Site icon oguzhanocal.com.tr

Sararan Mektuplar

Sararan Mektuplar

Eylül, pencerenin camına soluk nefesini üflüyordu. Dışarıda, annemin diktiği akçaağaç, üzerindeki altın sarısı elbiseleri usul usul bırakıyordu. Her düşen yaprak, sessiz bir veda çığlığı gibiydi. İncecik, görünmez ipliklerle bağlı gibi, süzülerek kayboluyorlardı ıslak toprağa. Yağmur da gelmişti; camlara hafifçe vuran, tıpkı gözyaşları gibi iz bırakan, sessiz bir yağmur. Rüzgâr, ıslak toprağın, çürümeye yüz tutmuş yaprakların ve uzaklardan bir yerlerden kopup gelen, annemin bahçesindeki solmuş güllerin hüzünlü kokusunu taşıyordu içeri. O koku… Burnumda hâlâ tütüyor, anne. Tıpkı senin saçlarına sinen o belli belirsiz lavanta kokusu gibi.

Kaç mektup başladım bu kâğıda? Kaç kez mürekkep gözyaşlarıyla bulandı? Kalem elimde titriyor. Senin yokluğun, bu odanın ortasına çekilmiş dev, görünmez bir perde gibi. Her hareketim ona çarpıyor, her nefes alışım onun ağırlığını içime çekiyor. Özlemek nedir, şimdi anlıyorum. Karnımda sıcak bir taş gibi duran, boğazımı sıkan, gözlerimi her an ıslatmaya hazır bir yumru. Bu, senin yokluğunun ağırlığı.

Mektup kâğıdı önümde bembeyaz, çığlık atarcasına boş. Nereden başlasam? “Sevgili Anne” … Bu iki kelime, dilimde eriyen bir kar tanesi gibi kayboluyor hemen. Çünkü biliyorum ki bu mektup, asla bir “Anneciğim” cevabıyla karşılanmayacak. Postacı kapıyı çalmayacak, zarfın üzerinde senin o güzel, yuvarlak harflerinle yazılmış adım olmayacak.

Sana anlatacak o kadar çok şey var ki. Okulun ilk günü… Kantinde yalnız oturdum. Sen olsan, “Kimlerle tanıştın?” diye sorardın heyecanla, belki bir kurabiye bile saklardın cebinde benim için. Babam çok uğraşıyor, biliyorum. Kahvaltı yapıp okula bırakıyor. Ama senin yaptığın gibi saçlarımı örmüyor, önlüğümün yakasını düzeltmiyor. Bir eksiklik, hep bir eksiklik. Ev, senin kahkahaların eksik. Mutfaktan gelen tencere tıkırtıları eksik. “Üşütme kuzum!” uyarın eksik. Her şey çok sessiz, anne. Fazla sessiz. Sanki dünya, sen gittikten sonra sesini kaybetti.

Bir rüzgâr dalgası pencereden içeri süzüldü, masanın üzerindeki kuru bir yaprağı havalandırdı. Havada bir an dans etti, sonra sessizce yere indi. Annemin çekmecesinden çıkardığım, çok az kullanılmış bir parfüm şişesi vardı. Kapağını açtım. Hafif, tozlu, neredeyse hayal meyal bir koku yayıldı odaya. Senin kokun. Gözlerimi kapattım. Birden bahçedeydim. Güneşli bir öğle sonrası. Sen çiçekleri suluyordun, beyaz bir elbise giymiştin. Gülümsüyordun bana, “Gel yardım et oğlum,” diyordun. Elini uzattım…

Dokunamadım. Ellerim bomboş havada kaldı. O an, o keskin, acımasız gerçek yeniden çarptı yüzüme. Yoksun. Geri gelmeyeceksin. Bu düşünce, ilk günkü gibi yine bir yumruk gibi indiriyor mideme. Neden? Neden sen gittin? Bu soru kafamda bir çığ gibi büyüyor, cevapsız, amansız. Bazen öyle öfkeleniyorum ki… Öfke, gözyaşlarımdan daha sıcak akıyor damarlarımda. Sonra utanıyorum bu öfkeden. Sonra yine özlüyorum. Bir kısır döngü. Bir Eylül yaprağı gibi savruluyorum rüzgârda, nereye düşeceğimi bilemeden.

Yağmur şimdi biraz hızlanmıştı. Camlardaki su izleri, bir resmin üzerindeki solmuş boya gibi aşağıya süzülüyordu. Kalemi yeniden tuttum. Mürekkep, kâğıda dokunur dokunmaz, içimdeki sel gibi taştı.

“Sevgili Anne,

Bugün dışarıda yapraklar dökülüyor. Hepsi sarı ve altın rengi, tıpkı senin bana anlattığın masallardaki gibi. Yağmur ince ince yağıyor ve rüzgâr senin güllerinin kokusunu getiriyor, ya da belki ben öyle sanıyorum. Çok özlüyorum. Her şeyi. Seninle parka yürüyüşlerimizi, bana kitap okurken ki sesini, hatta hastayken alnıma koyduğun serin elini… Babanın yaptığı makarna güzel, ama seninkisi gibi değil. Ev çok sessiz. Senin gülüşün eksik.

Bazen rüyamda görüyorum seni. Uyanınca, o sıcaklık bir an daha yatağımdaymış gibi geliyor, sonra yok oluyor. Çok acıyor, anne. Bu acı hiç geçecek mi? Seni böyle hissetmeye devam edecek miyim hep? Karnımda hep bir taş olarak mı kalacak?

Okula gidiyorum. Derslere çalışıyorum. Babama yardım etmeye çalışıyorum. Ama içimde hep bir boşluk var. Senin yerini dolduracak kimse yok. Ve ben bunu kimseye tam anlatamıyorum. Sadece sana… Sadece sana anlatabilirim belki.

Biliyor musun? En çok, sana sarılamadığım için kızıyorum kendime. Son kez… Daha sıkı sarılsaydım. ‘Seni seviyorum’ deseydim bir kez daha. Pişmanlık da çok ağır bir şeymiş, anne. Ağır ve soğuk, bu Eylül yağmuru gibi.

Neredesin? Gerçekten bir yerde misin? Beni duyuyor musun? Bu mektup sana ulaşır mı? Umarım… Umarım da onu alır da sararan yapraklarla birlikte, senin olduğun yere götürür.

Seni seviyorum. Sonsuza kadar. Her düşen yaprakta, her yağmur damlasında, her rüzgâr esintisinde seni hatırlayacağım. Ve belki… belki bir gün, bu acı, seni düşündüğümde bana gülümseten bir sıcaklığa dönüşür. Şimdilik sadece özlüyorum. Çok, çok özlüyorum.

Senin çocuğun…”

İmzamı attım. Mürekkep hâlâ ıslaktı, gözyaşlarımdan biri düştü, kelimeleri hafifçe büyüttü, dağıttı. Tıpkı zamanın acıyı yayması, dağıtması ama asla tamamen silmemesi gibi. Zarfa koydum. Üzerine sadece bir kalp çizdim. Adres yoktu. Nereye gönderebilirdim ki?

Dışarı çıktım. Bahçede, ıslak toprağın ve solmuş güllerin kokusu daha güçlüydü. Rüzgâr saçlarımı okşuyordu. Annemin küçük gül fidanını diktiği yere yaklaştım. Toprak nemli ve koyuydu. Mektubu, o küçük, cansız fidanın dibine bıraktım. Sarı bir yaprak, tam o anda, havalanıp mektubun üzerine kondu. Sanki bir mühür gibi.

Belki de toprak alır götürür onu sana. Ya da yağmur eritir kelimelerimi, köklere ulaştırır. Ya da rüzgâr… Rüzgâr en güvenilir postacıdır belki kayıp sevdalar için. Artık biliyorum ki sen, bu düşen yapraklarda, bu ıslak toprak kokusunda, bu hüzünlü rüzgârda varsın. Benim içimdeki o ağır taş belki hafiflemez ama senin sevgini taşıdıkça, o taşın içinde bir ışık yanacak. Eylül geçecek, kış gelecek, sonra bahar… Ama bu mektup, bu özlem, bu sararan yaprakların altında, seninle benim aramdaki sessiz bağ olarak kalacak. Ve her rüzgâr estiğinde, o lavanta esintisini hissettiğimde, bileceğim: Sen, işte busun.

Gökyüzü, kurşuni bir ağırlıkla çökmüştü. Ama uzaklarda, bulutların arasından sızan soluk, inatçı bir ışık vardı. Mektubun üzeri, yeni düşen sarı yapraklarla örtülmeye başladı. Rüzgâr, bir an için annemin parfümünün o soluk, unutulmaz notasını getirdi yeniden. Derin bir nefes aldım. Acı hâlâ oradaydı, kemiklerime işlemişti. Ama onunla birlikte, yazdığım her kelimeden sızan bir tür huzur da vardı. Döndüm, eve doğru yürüdüm. Arkamda, mektup ve düşen yapraklar, sessiz bir dilekle toprağa karışmayı bekliyordu. Ve rüzgâr, ıslak dallar arasında, eski bir ninninin nağmesini mırıldanıyor gibiydi.

Eve dönerken ayaklarım ıslak toprakta iz bırakıyordu. Kapıyı açtığımda, içerideki sıcak hava yüzüme çarparken, babam mutfak tezgahının başında durmuş, patates soymaktaydı. Omuzları her zamankinden biraz daha çökük göründü gözüme. Döndü, gözlerindeki kırmızılık ıslak camlara yansıyan son yağmur damlalarını hatırlattı bana.

Nerelerdeydin?” diye sordu, sesi günün yorgunluğuyla biraz kısılmış.

“Bahçedeydim,” diye mırıldandım, ceketimi asarken. Lavanta kokusunun hayaleti hâlâ kumaşa sinmiş gibiydi.

Bir an durdu, soyduğu patatesi elinde tutarak baktı. Gözleri, bıraktığım mektubun gömüldüğü yere doğru kaydı sanki. Anladı. Hep anlardı zaten. Söze dökülmemiş acılarımızın ağırlığı, mutfakta dumanı tüten çaydanlığın buğusu gibi doldu aralarımıza.

İçimdeki taş yerinden oynadı biraz. Babamın o bakışı… Sadece benim değil, onun da parçalandığını hatırlattı. Kaybettiğimiz sen değil miydin sonuçta? Sadece benim annem değil, onun her şeyi. Belki bu acıyı sırtlanırken, sırtımıza aldığımız yükü birlikte taşıyabiliriz diye geçirdim içimden. Yalnız değilmişim.

“Makarna yapıyorum,” dedi, sesini biraz daha toparlayarak. “Seninkiler gibi olmayacak ama…” Cümlesini bitiremedi. Boğazında bir düğüm.

“Güzel olur,” diye cevapladım, tezgâha yaklaştım. “Bıçak ver, ben de yardım edeyim.”

Yan yana durduk. Bıçağın kabuğa sürtünme sesi, dışarıdaki rüzgârın hışırtısına karıştı. Bir sessizlik. Sonra, o sessizliğin içinden, kırılgan bir ses:

“Bugün… işteyken, radyoda o şarkı çaldı. Bilirsin, annenin çok sevdiği…” Başını öne eğdi. Omuzları hafifçe titredi.

İşte bu. O an, benim içimdeki buz gibi öfke ve yalnızlık duvarı çatladı. Babam da seni özlüyordu. Belki benim kadar değil ama… kendi tarzında, derinden. Bu acıyı sırtlanırken, sırtımıza aldığımız yükü birlikte taşıyabiliriz.

Yemekten sonra, sessizlik yeniden çöktü üzerimize. Babam koltuğuna gömülmüş, gözleri boşluğa dikiliydi. Ben ise senin eski sandığına yöneldim. Tavan arasından indirilmiş, köşede unutulmuştu. Toz tabakasını üfleyerek kapağını açtım. İçinde, zamanın sararttığı fotoğraflar, birkaç mektup ve… senin defterin. Mor kapağı solmuş, köşeleri yıpranmış yemek defterin. Ellerim titreyerek açtım sayfaları. O tanıdık, yuvarlak harflerle yazılmış tarifler: “Kuzumun en sevdiği kurabiye”, “Hasta olduğunda çorbası”, “Doğum günü pastası…”

Sayfalarda gezinen parmak uçlarım, senin dokunuşunu arar gibiydi. Mürekkep lekesi vardı bir köşede. Gözümün önüne geldi: Mutfakta, bir anlık dikkatsizlikle kalemi devirmişsin, “Aman Allah’ım!” diye çığlık atarken yüzündeki şaşkın ifade… Bu küçük leke, senin varlığının somut, dokunulabilir bir kanıtıydı. Ölüm bile silememişti onu.

Defterin arasından, kurumuş küçük bir lavanta demeti düştü. Avucumun içinde toz gibi ufalandı. Ama o koku… O unutulmaz, huzur verici lavanta kokusu, sandığın içindeki onca yıla rağmen hâlâ canlıydı. Gözlerimi kapadım. Bu sefer ağlamadım. Sadece derin bir nefes aldım. Kokuyu içime çektim. Karnımdaki o sıcak taş, bir an için ısındı. Acı değil, sıcaklık.

Bu defter, senin bana bıraktığın bir mektuptu aslında. Tarifler sadece yemek yapmayı değil, sevgiyi, sabrı, evin sıcaklığını anlatıyordu. Her sayfa, “Seni seviyorum” un başka bir yazılışıydı. Ve o lavanta… Sessiz bir vaatti: “Hep yanındayım.”

O gece yatağıma uzandığımda, pencereden içeri dolan serin havada, artık sadece çürüyen yaprakların ve ıslak toprağın kokusu yoktu. Belli belirsiz, inatçı bir lavanta esintisi vardı. Yorganı çeneme kadar çektim. Karnımdaki taş hâlâ oradaydı, ağır ve katı. Ama artık onun sadece acıdan ibaret olmadığını biliyordum.

Senin sevgindi bu taşın içinde yanan çekirdek. Zaman, belki onu eritip yok edemeyecekti. Ama belki… yavaş yavaş, bir inci tanesi gibi sarmalayacak, acıyı dönüştürecekti. O çekirdeğin etrafında, senin gülüşünün sıcaklığını, ellerinin şefkatini, sesinin melodisini taşıyan bir katman oluşacaktı. Taş aynı kalacak belki, ama dokunduğumda artık sadece soğuk bir kayaya değil, içinde ışıldayan bir hazineye dokunacaktım.

Dışarıda rüzgâr, sararmış yaprakları savuruyor, pencerenin camına vuruyordu. Yağmur yeniden başlamıştı. İnce, inatçı. Ama artık gökyüzü tamamen kararmamıştı. Bulutların arasından sızan o soluk ay ışığı, yerdeki su birikintilerine düşüyor, kırık gümüşler gibi parlıyordu. Bir gün, bu ışığın daha güçlü olacağını hayal ettim. Bir gün, Eylül melankolisinin yerini, seni hatırladığımda içimi ısıtan bir bahar güneşinin alacağını…

Uykuya dalarken, mektubun toprağa karıştığı yeri düşündüm. Yağmur, mürekkebi çözüp köklere indiriyor olmalıydı şimdi. O kökler, senin diktiğin o küçük gül fidanına hayat verecekti belki. Ve ilkbaharda, belki o cansız görünen dal, inatla bir tomurcuk verirdi. Kırmızı, canlı… Tıpkı senin hayat dolu gülüşün gibi. O tomurcuk, sessiz bir cevap olurdu: “Duyuyorum, evladım. Ve seni sevmeye devam ediyorum.”

Göz kapaklarım ağırlaştı. Karnımdaki taş, bu sefer bir battaniyenin altındaki sıcak tuğla gibiydi. Acı vardı, evet. Ama içinde bir sıcaklık, bir hatıra ışığı da vardı. Ve o ışık, Eylül gecelerinin soğuk karanlığına meydan okuyordu.

Eve dönerken ayaklarım ıslak toprakta iz bırakıyordu. Kapıyı açtığımda, içerideki sıcak hava yüzüme çarparken, babam mutfak tezgahının başında durmuş, patates soymaktaydı. Omuzları her zamankinden biraz daha çökük göründü gözüme. Döndü, gözlerindeki kırmızılık ıslak camlara yansıyan son yağmur damlalarını hatırlattı bana.

“Nerelerdeydin?” diye sordu, sesi günün yorgunluğuyla biraz kısılmış.

“Bahçedeydim,” diye mırıldandım, ceketimi asarken. Lavanta kokusunun hayaleti hâlâ kumaşa sinmiş gibiydi.

Bir an durdu, soyduğu patatesi elinde tutarak baktı. Gözleri, bıraktığım mektubun gömüldüğü yere doğru kaydı sanki. Anladı. Hep anlardı zaten. Söze dökülmemiş acılarımızın ağırlığı, mutfakta dumanı tüten çaydanlığın buğusu gibi doldu aralarımıza.

İçimdeki taş yerinden oynadı biraz. Babamın o bakışı… Sadece benim değil, onun da parçalandığını hatırlattı. Kaybettiğimiz sen değil miydin sonuçta? Sadece benim annem değil, onun her şeyi. Belki bu acıyı sırtlanırken, sırtımıza aldığımız yükü birlikte taşıyabiliriz diye geçirdim içimden. Yalnız değilmişim.

“Makarna yapıyorum,” dedi, sesini biraz daha toparlayarak. “Seninkiler gibi olmayacak ama…” Cümlesini bitiremedi. Boğazında bir düğüm.

“Güzel olur,” diye cevapladım, tezgâha yaklaştım. “Bıçak ver, ben de yardım edeyim.”

Yan yana durduk. Bıçağın kabuğa sürtünme sesi, dışarıdaki rüzgârın hışırtısına karıştı. Bir sessizlik. Sonra, o sessizliğin içinden, kırılgan bir ses:

“Bugün… işteyken, radyoda o şarkı çaldı. Bilirsin, annenin çok sevdiği…” Başını öne eğdi. Omuzları hafifçe titredi.

İşte bu. O an, benim içimdeki buz gibi öfke ve yalnızlık duvarı çatladı. Babam da seni özlüyordu. Belki benim kadar değil ama… kendi tarzında, derinden. Bu acıyı sırtlanırken, sırtımıza aldığımız yükü birlikte taşıyabiliriz.

Yemekten sonra, sessizlik yeniden çöktü üzerimize. Babam koltuğuna gömülmüş, gözleri boşluğa dikiliydi. Ben ise senin eski sandığına yöneldim. Tavan arasından indirilmiş, köşede unutulmuştu. Toz tabakasını üfleyerek kapağını açtım. İçinde, zamanın sararttığı fotoğraflar, birkaç mektup ve… senin defterin. Mor kapağı solmuş, köşeleri yıpranmış yemek defterin. Ellerim titreyerek açtım sayfaları. O tanıdık, yuvarlak harflerle yazılmış tarifler: “Kuzumun en sevdiği kurabiye”, “Hasta olduğunda çorbası”, “Doğum günü pastası…”

Sayfalarda gezinen parmak uçlarım, senin dokunuşunu arar gibiydi. Mürekkep lekesi vardı bir köşede. Gözümün önüne geldi: Mutfakta, bir anlık dikkatsizlikle kalemi devirmişsin, “Aman Allah’ım!” diye çığlık atarken yüzündeki şaşkın ifade… Bu küçük leke, senin varlığının somut, dokunulabilir bir kanıtıydı. Ölüm bile silememişti onu.

Defterin arasından, kurumuş küçük bir lavanta demeti düştü. Avucumun içinde toz gibi ufalandı. Ama o koku… O unutulmaz, huzur verici lavanta kokusu, sandığın içindeki onca yıla rağmen hâlâ canlıydı. Gözlerimi kapadım. Bu sefer ağlamadım. Sadece derin bir nefes aldım. Kokuyu içime çektim. Karnımdaki o sıcak taş, bir an için ısındı. Acı değil, sıcaklık.

Bu defter, senin bana bıraktığın bir mektuptu aslında. Tarifler sadece yemek yapmayı değil, sevgiyi, sabrı, evin sıcaklığını anlatıyordu. Her sayfa, “Seni seviyorum “un başka bir yazılışıydı. Ve o lavanta… Sessiz bir vaatti: “Hep yanındayım.”

O gece yatağıma uzandığımda, pencereden içeri dolan serin havada, artık sadece çürüyen yaprakların ve ıslak toprağın kokusu yoktu. Belli belirsiz, inatçı bir lavanta esintisi vardı. Yorganı çeneme kadar çektim. Karnımdaki taş hâlâ oradaydı, ağır ve katı. Ama artık onun sadece acıdan ibaret olmadığını biliyordum.

Senin sevgindi bu taşın içinde yanan çekirdek. Zaman, belki onu eritip yok edemeyecekti. Ama belki… yavaş yavaş, bir inci tanesi gibi sarmalayacak, acıyı dönüştürecekti. O çekirdeğin etrafında, senin gülüşünün sıcaklığını, ellerinin şefkatini, sesinin melodisini taşıyan bir katman oluşacaktı. Taş aynı kalacak belki, ama dokunduğumda artık sadece soğuk bir kayaya değil, içinde ışıldayan bir hazineye dokunacaktım.

Dışarıda rüzgâr, sararmış yaprakları savuruyor, pencerenin camına vuruyordu. Yağmur yeniden başlamıştı. İnce, inatçı. Ama artık gökyüzü tamamen kararmamıştı. Bulutların arasından sızan o soluk ay ışığı, yerdeki su birikintilerine düşüyor, kırık gümüşler gibi parlıyordu. Bir gün, bu ışığın daha güçlü olacağını hayal ettim. Bir gün, Eylül melankolisinin yerini, seni hatırladığımda içimi ısıtan bir bahar güneşinin alacağını…

Uykuya dalarken, mektubun toprağa karıştığı yeri düşündüm. Yağmur, mürekkebi çözüp köklere indiriyor olmalıydı şimdi. O kökler, senin diktiğin o küçük gül fidanına hayat verecekti belki. Ve ilkbaharda, belki o cansız görünen dal, inatla bir tomurcuk verirdi. Kırmızı, canlı… Tıpkı senin hayat dolu gülüşün gibi. O tomurcuk, sessiz bir cevap olurdu: “Duyuyorum, evladım. Ve seni sevmeye devam ediyorum.”

Göz kapaklarım ağırlaştı. Karnımdaki taş, bu sefer bir battaniyenin altındaki sıcak tuğla gibiydi. Acı vardı, evet. Ama içinde bir sıcaklık, bir hatıra ışığı da vardı. Ve o ışık, Eylül gecelerinin soğuk karanlığına meydan okuyordu.

İlkbahar meltemi, pencereyi hafifçe araladı. Bahçede, o küçük, cansız sanılan gül fidanının dalında tam da mektubun gömüldüğü yerde kıpkırmızı, narin bir tomurcuk parıldıyordu. Rüzgâr, artık çürüyen yaprakların hüznünü değil, toprağın uyanışını ve o kırılgan kırmızılığın vaadini taşıyordu içeri.

Karnımdaki taş erimemişti. Ama artık buz gibi değildi. İçinde, senin sevginden arta kalan sıcak bir çekirdek, usulca ısıtıyordu onu. Bir hazineydi taşıdığım: Senin varlığının özü, sessiz ve kalıcı.

Babam, pencerenin yanında durmuş, o tomurcuğa bakıyordu. Elinde iki bardak sıcak çay vardı. Bana uzattı birini. Yan yana durduk. Sessizlik, eskinin ağır boşluğu değil, paylaşılmış bir huzurdu artık. Çayın buğusunda, belli belirsiz bir lavanta izi dolaştı.

Sen gittin. Ama sevgin, annemin yemek defterindeki mürekkep lekesi gibi, bu dünyaya işledi. Beni saran boşluk dolmadı, belki hiç dolmayacak. Ama içinde ışıldayan bir şey var şimdi: Seni hatırlamanın verdiği o ılık sızı… Ve sevginin, ölümün bile silemediği gerçeği.

Dışarıda, kırmızı tomurcuk, nisan rüzgârına dirençle tutundu. Bir yaprak değildi bu. Bir başlangıçtı. Mektubum toprakta çözülmüş, kök olmuş, bu küçük mucizeyi beslemişti. Belki de cevap buydu: Sessiz, kırılgan, ama inatla yaşayan.

Acı, Eylül’ün dökülen yaprağı gibi savrulup gitmeyecek. Ama tıpkı o kırmızı tomurcuk gibi, onun içinde de bir başka şey filizlenebilecek: Seni özlerken bulduğum huzur. Seninle dolu bu ağırlığın, bir gün sırtımda değil, yüreğimde taşıdığım bir defineye dönüşeceği umudu.

Bir rüzgâr daha esti. Lavanta kokusu, bu sefer daha belirgin, daha yakındı. Gözlerimi kapadım. Gülümsedim. Tomurcuğa, babama, içimdeki sıcak çekirdeğe ve nihayet… sana.

Mektup bitmişti. Ama sen, her bahar rüzgârında, her açan çiçekte ve yüreğimdeki o sıcak taşın içinde, hep oradaydın.

Oğuzhan ÖCAL

Bu yazı varyasyonkalemler için yazılmıştır.

Exit mobile version