Bir Yazarın Durağanlığı: İlhamın Sustukları
Bazı günler var ki kelimeler sırtını döner insana. Hani o kalabalık cümleler bir türlü çıkmak bilmez boğazdan, parmaklar klavyede sabırla bekler ama bir harf bile düşmez sayfaya. İşte tam da o anlarda insanın içinde bir huzursuzluk yankılanır: “Acaba bitti mi? Bende anlatacak bir şey kalmadı mı?”
Yazar olmak, çoğu zaman dışarıdan bakıldığında hep akışta kalmak gibidir. Bir fikrin kıvılcımıyla yanıp tutuşmak, bir karakterin gözünden dünyayı yeniden görmek… Ama kimse, o kıvılcımın da ara sıra sönüp kül olduğundan bahsetmez.
Bir romanı yazmak ne kadar uzun sürer, hiç düşündünüz mü? Mesela benim için Tulpar’ın Çığlığı yalnızca kaleme alınan hikâyeden ibaret değil; sayısız duraksama, geri dönüş, “bu cümle olmadı” diyerek silinen paragraflardan oluşan bir iç yolculuktu. Bazı sabahlar kahve soğur, masa başı ısınmaz. İçeride binlerce fikir varken, bir tanesi bile yola çıkamaz.
Belki de en çok bu yüzden sevdim yazmayı. Çünkü kelimelerle kavga etmenin de kendine özgü bir hikâyesi var. İlham susunca insanın kendi iç sesi devreye giriyor. O suskunluk anlarında aslında en derin soruları soruyoruz kendimize: “Ben neden yazıyorum? Kime yazıyorum? Ve yazmasam ne eksilir dünyadan?”
Çoğu zaman bu soruların kesin bir cevabı olmaz. Belki de olması gerekmez. Bence bir yazarın en güzel anı, kendi sessizliğine tahammül edebildiği o an. Orada yeni bir hikâye filizlenir. Bazen bir gece yarısı, bazen sokakta yürürken rastladığın eski bir yüz, bazen de eski bir şarkının hatırlattığı bir anı… İlham yeniden konuşur. Hem de en beklenmedik anlarda.
Bugün size şunu söylemek isterim: Yalnız değilsiniz. Siz de hangi alanda üretirseniz üretin, bir gün durağan kalabilirsiniz. Durgunluk korkulacak bir şey değildir. O, yeni hikâyelerin eşiğidir.
Bırakın bazen kelimeler susun. Belki de tam o sessizlikte kendinize anlatacak en güzel hikâyeyi fısıldıyorsunuzdur.
🖊️ Siz de yazıyor musunuz? İlhamınız en çok ne zaman susar?