Çölün Fısıltısı
Çölün rüzgârı, akşamları her şeyi bir matem havasına bürürdü. Toz taneleri, alacakaranlığın pembeli-morlu ışığında dans ederken, dünyanın bütün gürültüsünü yutan bir sükûnet çöküyordu toprağa. Meryem, büyük şehrin yapay ışıklarından ve yalnız kalabalıklarından kaçıp sığındığı bu ücra kasabada, kendi yüreğinin sesini ancak böylesi bir sessizlikte duyabilmişti. Ve tam o sessizliğin ortasında çıkmıştı karşısına… Yusuf. Zamanın, yüzünü özenerek oyduğu, bakışlarının derinliğinde kaybolmuş hikayeler saklayan; sessizliği bile bir söz kadar anlamlı olan adam.
İlk karşılaşmaları, kaderin kısa bir tebessümü gibiydi. Bir çay ısmarlaması, utangaç bir teşekkür ve ardından, iki yabancının paylaştığı ama hiç yabancılık çekmediği, tellalli bir suskunluk… O boşluk, Meryem’e, hiç tanımadığı bir evin sıcaklığını hissettirmişti.
Meryem, hayatının tüm aceleci nehrine inat, ona usul usul, yüreğinin en saf kıyılarından akıp gelmişti. Yusuf ise, yıllardır üzerine kilit vurduğu odalardan birinden sızan ışığı gördüğünde, içgüdüsü kaçmak olmuştu. Onun için sevgi, gençliğin sırtında taşıdığı hafif bir heyecan; kendisi içinse çoktan unutulmuş, tozlu raflarda kalmış bir efsaneydi.
Ama kader, en ince ruh tellerine dokunmakta üstüne yoktu.
Her kavuşmaları, güneşin toprağa veda ederken en hüzünlü renkleri bıraktığı vakte denk gelirdi. Kimi zaman bir kuyu başında, kimi zaman bir dut ağacının gölgesinde, kelimelere ihtiyaç duymadan, sadece nefes alışverişleriyle konuşurlardı. Meryem, bir akşam, Yusuf’un gözlerindeki hüznü görüp usulca sormuştu:
“Aramızdaki zaman… senin yüreğini acıtıyor mu?”
Yusuf, bir gülümseme takındı yüzüne, ama o gülümseme dudaklarına varmadan buharlaştı.
“Acıtıyor,” diye fısıldadı. “Çünkü senin önünde uzanıp giden bir ömrün baharı var. Benimse… geride bıraktığım, ayak izleriyle dolu bir kışım.”
Meryem, adamın nasırlı eline, bir kelebeğin kanadı kadar hafif dokundu. “O ayak izleri seni bana getiren yol. Beni ürküten tek şey, senin bu yolu yürümeye cesaret etmemen.”
Yusuf başını önüne eğdi. O an, yüreğine inen bir sıcaklık hissetti. Anladı ki, bazen ‘imkânsız’ diye reddettiğimiz her şey, aslında yüreğimizin korkudan titreyerek söndürdüğü bir kandilden ibaretti.
Ancak hayat, bazı cesaretleri, en güzel yerinde kesiverirdi.
Bir sabah, Yusuf, kasabadan bir hayalet gibi sökülüp gitti. Ardında ne bir veda kelimesi, ne de bir hatıra parçası bıraktı. Geriye, sadece rüzgârın uğuldayan bir sessizliği ve Meryem’in yüreğinde, cevapsız kalmış bir “neden” sorusu kaldı.
Meryem, aylar sonra, üzerinde tanıdık bir yazı olan sararmış bir zarf buldu kapısının altında. Mektup, kısa ve yalındı, son cümlesi ise mürekkebi dağılmış, titrek bir çizgiyle bitiyordu:
“Seni, yarım bir hikâye yapmamak için terk ettim.”
Meryem mektubu alnına götürdü, sonra yüreğinin üzerine bastırdı. Gözlerinden süzülen inciler, yanaklarında bir ırmak oluşturdu, ama dudaklarında hüzünlü bir tebessüm vardı. Çünkü biliyordu; imkânsızlık bazen kavuşamamak değil, bazen de sevginin ta kendisiydi. Ve bazı aşklar, hiç yaşanmamış gibi görünse de, aslında hep yaşanıyordu. Bir çöl yıldızının sessiz ışığı gibi, varlığıyla ısıtıyor, belki dokunamıyordu ama, asla sönmüyordu. Çölün rüzgârı, onların hikâyesini hâlâ fısıldıyordu; bitmemiş, ama asla da bitmeyecek bir ninni gibi…
Oğuzhan ÖCAL
