Ben, deniz kokan bir memlekette dünyaya geldim. Doğduğum hastanenin penceresinden deniz görünmezdi belki ama tuzla, yosunla, rüzgârla yoğrulmuş o keskin koku, durmaksızın dolarmış koridorlara. Annem der ki, ilk nefesim denizin kokusu olmuş; ciğerlerime umut gibi, özgürlük gibi dolmuş. Hastanenin yanı başında bir mezarlık uzanırdı; tuhaf bir tezat değil mi? Belki de orada yatanların çoğu, bir zamanlar aynı kokuyu ilk kez soluyanlardı. Zaten binanın alnında koca harflerle yazardı: 1862… O eski taşlar bile tuzun ve rüzgârın hikâyesini bilir gibiydi.
Ben deniz kokusuyla büyüdüm. Çocukken evden kaçar, Çengelköy sahilinde denize girerdik. Eve dönünce kollarımıza bakar, tuz izlerini görürlerdi. “Denize mi girdiniz?” diye sorarlar, azar işitirdik. Ne kadar ovsak da çıkmazdı o tuzun izi; sanki deniz “Benim çocuğumsun” diye damga vururdu tenimize.
En çok da bir ses sanatçısının yalısının yanındaki kıyıya dalardık. Bazen çıkar, “Çocuklar burası çok tehlikeli, burada yüzmeyin!” diye uyarırdı bizi. Sonra alıştı varlığımıza; arada hizmetçisiyle meyve suyu gönderirdi. O an deniz daha bir güzel olurdu sanki.
Ama konu bu değil. Asıl mesele, deniz kokusu… Bilen bilir o kokuyu: rüzgârın kanatlarına tutunup karanın içlerine kadar sızan vahşi bir özgürlük. İçine çektiğinde yalnızca hava dolmaz ciğerlerine; ufkun vaadi, enginlerin çağrısı da girer içeri. Gökyüzüyle birleşen suların tuzu, serinliği ve sonsuzluğu vardır içinde. O koku, balıkçı teknelerinin burnunu yaran köpüklerin, martı kanadında biriken tuz kristallerinin ve asırlardır aynı ritimle kıyıya vuran dalgaların öyküsünü taşır. İnsana “Al başını git!” diyen bir çağrıdır; zincirlerini kırdıran, ruhunu serbest bırakan bir büyü.
Derler ya Üsküdar için: “Duram duram tarih kokar.”
Bilmezler ki o kokan aslında denizdir — tuzla, yosunla, hürriyetle dolu bir deniz…
Şimdi ise denizi olmayan bir yerdeyim. Martı seslerini, balıkçıların nasırlı ellerini, tuz kokan rüzgârı özlüyorum. Burada ne deniz var, ne martı, ne de ağ çeken balıkçılar… Ama olsun.
Sen varsın ya, Atam.
Sen yetiyorsun, unutturuyorsun her şeyi. Deniz kokusunu hatırladıkça Anıtkabir’e gidiyorum; senin gözlerindeki mavilik siliyor içimdeki özlemi. Senin o engin, umuda bakan gözlerin… Denizden de mavi, özgürlükten de derin. Onlara bakınca, denizin çağrısı bile susuyor.