Duman ve Külün Arasında
Yeşil vadi Ormanı’nın kalbi, binlerce yıldır atan bir saat gibiydi. Her mevsim, kendine has bir ritimle döner, her ağacın gövdesi, toprağın derinliklerinden aldığı nefesle coşardı. İşte Fındık, o kalbin en küçük, en neşeli atışlarından biriydi. Gri kürkü güneşte parlar, boncuk gözleri etrafındaki her şeye parıltılar saçar, patileri ağaç kabuklarında adeta bir dans ederdi. Annesi, babası ve üç küçük kardeşiyle birlikte, ulu bir çınar ağacının derin, korunaklı kovuğunda yaşıyordu. Orası, onlar için cennetin bir parçasıydı; dallarından sarkan yosunlar salıncak, dev yapraklar yorgan, en sert palamutlar bile bir şölenin parçasıydı.
Ancak o gün, o uğursuz sabah, gökyüzünün rengi değişmeye başladı. Fındık, her zamanki gibi sabah koşusuna çıkmışken, burnuna hiç tanımadığı bir koku geldi: Keskin, acı ve ürkütücü. Göğe baktığında, masmavi kubbenin yerini yavaş yavaş yayılan, gri ve iğrenç bir örtü aldığını gördü. İçindeki minik kalp, sebepsiz bir sıkıntıyla titremeye başladı. Oyun oynama isteği birden uçup gitmişti.
Öğle vaktine doğru, ormanın tanıdık, huzurlu sesi yerini uğultuya bıraktı. Bu, rüzgârın fısıltısı değil, öfkenin ve korkunun birleşmiş çığlığıydı. Ağaçların dalları şiddetle sallanıyor, kuşlar kanat çırpmaktan yorulmuşçasına, panik içinde çığlıklar atarak uçuşuyordu. Fındık, bu dehşet verici manzaraya daha fazla dayanamayıp yuvasına koştu. Annesi, gözlerinde beliren endişeyle kardeşlerini bir araya toplamıştı bile. Babası ise, ailesini korumak istercesine kovuğun girişinde duruyordu, yüzünde tanıdık olmayan bir hüzün vardı.
Sonra, Fındık’ın hayatını ikiye bölen o an geldi: Ormanın derinliklerinden yükselen alevler… Kırmızı ve turuncunun çılgın bir dansıydı bu. Yemyeşil hayatı bir anda yutan, her şeyi kül eden bir canavardı. Çıtırtılar, çatlamalar ve hayvanların feryatları ormanda yankılanıyordu. Kuru bir yaprak, bir kıvılcımla alev alıyor, bir anda koca bir dalı yutuyordu. Duman, Fındık’ın ciğerlerini yakıyor, gözlerini yaşartıyordu. Hava, sanki bir fırının içine hapsolmuş gibiydi; nefes almak bile bir acıydı.
Anne sincap, artık beklemenin bir faydası olmadığını biliyordu. Yavrularını topladı ve “Koşun!” diye fısıldadı, sesi titriyordu. Fındık, küçük kardeşleriyle birlikte annesinin sırtına tutunarak çılgınca koşturmaya başladı. Etraflarında panik içinde kaçışan diğer hayvanların çığlıkları duyuluyordu. Tavşanlar, geyikler, kirpiler… Hepsi can havliyle kaçıyordu. Yanan bir ağacın devrilme sesi, Fındık’ın yüreğini bir an için durdurdu.
O an, yoğun dumanın içinde annesinin sırtından düştü. Kardeşlerinin panik içindeki çığlıklarını duydu ama onları göremiyordu. Annesinin ona seslendiğini duydu ama ses uzaklaşıyordu. Yalnızdı. Koskoca, dehşet dolu bir ormanın tam ortasında, küçücük ve çaresiz bir sincap. O ana kadar güvendiği her şey, şimdi duman ve alevlerin ardında kalmıştı.
Fındık, patileri yanarcasına koşuyor, her nefeste dumanı içine çekiyordu. Bir kaya oyuğunun içine saklandı, titremeye başladı. Gözlerini kapattı. Annesinin sıcak kokusunu, babasının güven veren fısıltılarını, kardeşleriyle oynadığı oyunları hayal etti. Belki de bu, sondu. Hiçbir hatası olmadan, sadece doğduğu için, hayatının bu kadar erken bir anında sona ermesi mi gerekiyordu? Yanağından süzülen bir yaş, kurumuş toprağa düşüp buharlaştı.
Tam umut ışığı tamamen sönmüşken, alnına serin bir damla düştü. Sonra bir tane daha. Ve bir tane daha. Yağmur başlıyordu. Gökyüzü ağlıyordu. Önce cılız, sonra kuvvetli bir sağanak, ormanın yangınını yavaş yavaş söndürmeye başladı. Alevlerin çılgın dansı yavaşladı, duman dağılmaya başladı. Alevlerin sesi, yerini şıpırdayan su sesine bıraktı.
Yağmur dindikten sonra, Fındık oyuğundan çıktı. Etrafı tanıyamıyordu. Her yer siyahtı, simsiyah. Ağaçlar kömürleşmiş, toprak küle dönmüştü. Orman, sessiz ve ıssız bir mezarlık gibiydi. Fındık, annesini ve kardeşlerini aramaya başladı. Yıkılmış ağaçların, yanmış çalıların arasında dolaştı. Her bir küle, her bir yanmış ağaç parçasına umutsuzca baktı. Onları bulamıyordu. Babasının, annesinin ve kardeşlerinin cansız bedenlerini aramaktan daha kötü bir şey var mıydı?
Günler geçti. Fındık, yapayalnızdı. Geceleri soğuktan titriyor, gündüzleri umutsuzca yiyecek arıyordu. Bir zamanlar cennet olan bu yer, şimdi bir hayaletten farksızdı. Her yerde, ailesini hatırlatan bir şeyler görüyordu. Bir zamanlar oynadıkları bir meşe ağacının yanmış gövdesi, annesinin en sevdiği çiçeğin külü… Her şey, Fındık’ın kalbine bir hançer gibi saplanıyordu.
Bir akşam, yorgun argın, bir ağaç kovuğunda uyumaya çalışırken, hafif bir hışırtı duydu. Önce korktu ama sonra tanıdık bir koku aldı. Annesinin kokusu… Ağlayarak sesin geldiği yöne koştu. Ve onu buldu. Anne sincap, iki kardeşiyle birlikte bir kaya kovuğunda, yaralı ama hayatta kalmıştı. Diğer kardeşi ve babası, bu felaketten sağ çıkamamıştı. Kardeşini ve babasını kaybetmişlerdi. Anne sincap, yaralı patisiyle Fındık’a sarıldı. O an, Fındık’ın içindeki tüm acı, gözyaşlarıyla birlikte akıp gitti. Yaşıyordu, annesi ve kardeşlerinin bir kısmı hayattaydı. Ama artık aileleri eksikti.
Yeşil vadi, yavaş yavaş kendine geliyordu. Toprağın derinliklerinden çıkan filizler, küllerin arasından başını uzatıyordu. Ama bu yeniden doğuş, acı bir tecrübeyle gelmişti. Fındık, artık o eski neşeli sincap değildi. Gözlerinde derin bir hüzün vardı. Her rüzgâr esintisinde, yangının uğultusunu duyuyor, her yanık kokusu aldığında kalbi burkuluyordu. Annesinin yüzündeki yara izlerine, kardeşlerinin korkulu bakışlarına her baktığında, bu yangının sadece ormanı değil, onların ruhlarını da yaktığını görüyordu.
Fındık, büyüdükçe ormanın yeni bir gardiyanı oldu. Her yeni filize umutla bakıyor, her yağmur damlasına şükran duyuyordu. Ama her zaman bir yanıyla, o korkunç günü ve o günde kaybettiği ailesini anımsayarak yaşayacaktı. Hayatta kalmak bir mucizeydi ama bu mucize, sonsuza dek sürecek bir yara iziyle gelmişti. Ve Fındık, bu yaranın, bir insanın ihmalkarlığı yüzünden açıldığını biliyordu. Bir kibrit çöpü, bir söndürülmemiş sigara… Kim bilir? Ama sonuç, masumların canını yakmıştı. Ormanın o eski, neşeli kalbi artık bir hüzünle atıyordu.
Yeşil vadi Ormanı’nın neşeli sincabı Fındık’ın hayatı, ormanı saran yangınla altüst oldu. Babasını ve kardeşini kaybettiği bu felaketten annesi ve diğer kardeşleriyle birlikte mucizevi bir şekilde sağ çıktı. Ancak yangının travması, küçük sincabın ruhunda derin izler bırakmıştı.
Bir gün, küllerin arasında dolaşırken parlak, metalik bir cisim buldu. Cihazın üzerindeki ekranda, yangının başladığı anı gösteren bir video oynuyordu. Görüntülerde bir insan, yangını kasten bir lazer cihazıyla başlatıyor, cihazın ses kaydında ise “Deney başarılı oldu… Hayvanların davranışlarını incelemek için en iyi ortam bu…” gibi cümleler duyuluyordu.
Fındık, ailesinin ve arkadaşlarının yaşadığı tüm acının, bir bilim insanının soğuk ve duygusuz bir “deneyinin parçası olduğunu dehşetle anladı. Onlar, birer denekti. Ormanın her bir yanığı, her bir kaybı, bir makalenin satırlarıydı. O an, Fındık’ın içindeki son umut kırıntısı da söndü. Orman artık onun için bir yuva değil, sadece bir laboratuvardı. Ve o, bu laboratuvarda, sadece bir denekti.
Bu yazı varyasyonkalemler dergisi için hazırlanmıştır.