Site icon oguzhanocal.com.tr

Gölge ile Işığın Aşkı

Gece, Kara Orman’ın üzerine boşalmış bir mürekkep lekesi gibiydi. Selvi, çamların arasından sessizce süzülürken, deri zırhının üzerindeki soluk ay ışığı, onu gümüş bir hayalete dönüştürüyordu. Sol eli, belindeki ışık tayfıyla yontulmuş gümüş bıçağın kabzasında dinleniyordu. Bu bıçak, onun yeminiydi: Karanlığın tezahürlerini, insanlara musallat olan gölge varlıkları yok etmek. Gölge Avcıları Locası’nın en acımasız üyelerinden biri olarak tanınırdı; kalbi, köyünün bir gecede gölgeler tarafından yutuluşunun anısıyla taş kesmişti.

Keskin duyuları, hafif bir çıtırtıyı yakaladı. Bir geyik sürüsü mü? Yoksa… daha tehlikelisi? Gözleri, karanlığın en yoğun olduğu bir çalılık kümesine kilitlendi. İçgüdüleri alarm veriyordu. Orada bir şey vardı. Gümüş bıçağını kavrayarak, avcının sessiz adımlarıyla yaklaştı.

Aniden, çalıların arasından bir kıpırtı. Selvi, bıçağını savurmak üzereydi ki, karanlığın içinden çıkan şey karşısında donup kaldı. Bir gölge varlığıydı bu, insan formunda ama saf karanlıktan dokunmuş gibi, ışığı yutuyordu. Ancak… gözleri. Gözleri, en koyu gecede bile parlayan iki yıldız gibiydi. Korku ya da saldırganlık değil, derin, hüzünlü bir şaşkınlık ve… masumiyet? Bu Selvi’nin tüm bildiklerine aykırıydı. Gölgeler, açgözlülük ve yıkımın tecessümüydü. Bu bakış, onun içindeki katı taş duvarda ilk çatlağı açtı.

“Kimsin?” diye hışırdattı Selvi, sesi gergin ve tehditkâr.

Gölge varlık Aras geri çekilmedi. Sadece başını hafifçe yana eğdi, bakışları Selvi’nin gümüş bıçağına takıldı. “Öldürmeye mi geldin?” diye sordu sesi, rüzgârın eski ağaçların dalları arasından geçişi gibi yumuşak, ama bir o kadar da yabancıydı. “Beni bulmana gerek yoktu. Ben zaten… kaybolmuştum.”

Aras’ı öldürmek Selvi için bir nefes kadar kolay olmalıydı. Ama o gözler… ve o sesin içindeki tanımlanamaz keder, onun elini durdurdu. Loncanın kuralları açıktı: Tüm gölge varlıkları yok edilecektir. Peki ya bu? Bu, kendini savunmayan, bakışlarında kötülük barındırmayan bir gölge miydi?

Selvi, Aras’ı takip etmeye başladı. Gizlice. Gözlemlemek için. Belki de bir tuzaktı. Belki de bu masumiyet numarası, onu daha büyük bir tehdidin önüne sürmek içindi. Günler geçtikçe, gördükleri Selvi’nin dünyasını alt üst etti. Aras, ormanın kenarındaki bir mağarada, kırık dökük eşyalarla basit bir hayat sürüyordu. Bir gece, yaşlı bir oduncunun evine sızan aç bir kurt sürüsünü, karanlığı bir kırbaç gibi kullanarak uzaklaştırdığını gördü. Başka bir gece, kaybolmuş küçük bir çocuğu, onu korkutmadan, gölgeleri bir yol gösterici gibi kullanarak köyün sınırına kadar getirdiğine şahit oldu. Çocuk, sadece “karanlıkta yumuşak bir ses” duyduğunu söylüyordu.

Bu, Selvi’nin inandığı her şeyle çelişiyordu. Gölgeler yardım etmez; yok ederler. Aras ise kendi doğasına karşı geliyor, kendi türünün yasalarını çiğniyordu. Selvi’nin kalbinde, köyünün yıkımının acısıyla birlikte gömülü kalmış bir şey kıpırdamaya başladı: Merak. Ve belki de… bir parça anlayış.

Bir gece, Aras’ın mağarasının yakınındaki küçük bir dere kenarında, Selvi saklanmayı bıraktı. Ortaya çıktı. Aras şaşırmadı, sanki onun orada olduğunu hep biliyormuş gibi. “Neden?” diye sordu Selvi, sesi eskisi kadar keskin değildi. “Neden onlara yardım ediyorsun? Sen… bir gölgesin.”

Aras, suda yıldızların yansımasını izliyordu. “Karanlıktan doğdum,” dedi yavaşça, “ama içimdeki bu… sıcaklık? Bu ışık parçası? Onu tanımlayamam. Sadece, onların acısını… hissedebiliyorum. Onu yok edemem. Beni yaratan şeye karşı gelmek… bu benim kayboluşum.” Gözlerini Selvi’ye çevirdi. “Sen de kaybolmuş gibisin, Gölge Avcısı. Yemininle kalbin arasında sıkışmış.”

O andan itibaren, gizli buluşmalar başladı. Ormanın derinliklerinde, yosun kaplı dev bir kayanın gölgesinde buluşuyorlardı. İlk başta konuşmuyorlardı. Sadece oturuyor, birbirlerinin varlığını kabul ediyorlardı. Selvi, Aras’ın karanlığının soğuk olmadığını, tıpkı gecenin kendisi gibi yumuşak, kucaklayıcı bir şey olduğunu keşfetti. Aras, Selvi’nin taşıdığı ışığın sadece bıçağının değil, ruhunun derinliklerindeki o sönmeyen kıvılcımın yakıcı değil, hayat verici bir sıcaklık taşıdığını hissetti.

Konuşmaya başladıklarında, kelimeler bir nehir gibi aktı. Selvi, köyünün yıkımını, yalnızlığını, loncanın katı kuralları altında ezilen insanlığını anlattı. Aras, gölgeler diyarının boşluğunu, açgözlülüğünü, kendi içindeki “kusur” olan insani sıcaklık nedeniyle hem kendi türü hem de insanlar tarafından reddedilişini paylaştı. Selvi, Aras’ın karanlık dokunuşunun nasıl bir teselli olabildiğini öğrendi; Aras, Selvi’nin ışığının nasıl bir rehberlik sunduğunu gördü.

Bir akşamüstü, Selvi elini uzattı. Aras tereddüt etti, sonra kendi karanlıktan dokunmuş elini onunkinin üzerine koydu. İki zıt güç buluştu: Işık ve Gölge. Bir çatırtı, bir kıvılcım yoktu. Sadece… tamamlanma. Bir bütünün iki yarısı gibi. Selvi’nin gümüş bıçağı, belinde sessizce asılı duruyordu; artık bir tehdit değil, sadece geçmişin bir hatırasıydı. Aşk, imkansızın sınırlarında filizlenmişti.

Ancak Kara Orman’ın gölgeleri sadakatsizliği fısıldıyordu. Aras’ın kendi türüne yardım etmeyi reddedişi, insanlarla, özellikle de bir Gölge Avcısı ile teması, gölgeler diyarının derinliklerindeki güçlü varlıklara ulaşmıştı. Umursamazlık, hoş görülebilirdi. Ama bu? Bu açık bir ihanetti.

Selvi’nin dünyası da paramparça oluyordu. Lonca, onun görevlerini ihmal ettiğini, avlanma raporlarının eksik ve şüpheli olduğunu fark etmişti. En güvendiği dövüş arkadaşı, Kaan, onu Aras’la gizlice buluşurken görmüştü. Selvi’ye bir şans verdi: “Bu yaratığı yok et. Şimdi. Yoksa lonca seni de hain olarak damgalar.”

Selvi, Aras’ın yanına koştu, gözlerinde panik. “Gitmelisin!” diye yalvardı. “Hem senin krallığın hem de benim loncam bizi buldu! Geliyorlar!”

Aras’ın gözlerindeki yıldızlar sönmüştü, yerini bir kader ağırlığı almıştı. “Nereye gidebilirim ki, Selvi? Benim olduğum her yer karanlık. Ve sen… senin olduğun her yer ışık. Biz… bizim olduğumuz yer hiç yok.” Karanlık dokunuşu Selvi’nin yanağını okşadı. “Ama kaçmayacağım.”

O gece, ay kan kırmızısına büründü. Kara Orman’ın derinliklerinden, insan biçimli ama saf kötülük ve karanlıktan oluşan bir gölge ordusu kaynıyordu. Öte yandan, ormanın kenarında, gümüş bıçakları ve ışık toplarıyla donanmış, Selvi’nin eski lonca üyeleri saf tutmuştu. İki düşman, tek bir hedef için birleşmişti: İhanetlerinin bedelini ödetmek için Selvi ve Aras’ı yok etmek.

Selvi ve Aras, iki ordunun tam ortasında, o yosunlu kayanın önünde durdular. Birbirlerine bakıştılar. Korku yoktu. Sadece, bulabildikleri o kısa, kusursuz anın hüznü ve birlikte yüzleşecekleri kaderin kabulü vardı.

“Birimiz feda edilse…” diye fısıldadı Selvi, gümüş bıçağını sıkıca kavrayarak. Belki kendini atabilir, Aras’ın kaçması için zaman kazandırabilirdi.

Aras başını iki yana salladı, gözlerinde bir kararlılık parladı. “Hayır, Sevgilim. Bu, fedakarlıkla çözülemez. Bu, savaşla da çözülemez.” Ellerini uzattı, biri Selvi’ye, diğeri yaklaşan karanlık ordusuna. “Bu, denge ile ilgili.”

Selvi anladı. Fedakârlık, sadece diğerinin acısını uzatırdı. Gerçek çözüm, onları bir araya getiren şeyde, o imkânsız bütünlükte yatıyordu. Kalbini açtı. Zırhının içinde sakladığı, saf ışık tayfından minik bir kristali loncanın ona verdiği en değerli sembol çıkardı. Aras, kendi göğsünden, koyu karanlığın titreşen bir özünü çekip aldı.

İki ordu hücuma kalktı. Gümüş bıçaklar parladı, karanlık dalgaları kabardı.

Selvi ve Aras, birbirlerinin gözlerinin derinliklerine baktılar. Sonra, sanki tek bir varlıkmış gibi, ışık kristalini ve karanlık özü birbirine doğru uzattılar. Dokundukları an…

Bir patlama olmadı. Bir sessizlik oldu. Mutlak, derin bir sessizlik. Işık ve karanlık birbirine karıştı, çarpışmadı, dans etti. Selvi’nin parlak ışığı ve Aras’ın derin gölgesi, birbirine dolanarak, tek bir titreşim halinde genişleyen bir halka oluşturdu. Halka, koşan savaşçıların ve gölge yaratıklarının arasından geçti. Onlara dokunduğunda, saldırganlık eridi. Gölge varlıklar, karanlıklarının içinde garip bir sıcaklık hissettiler. Gölge Avcıları, katı yüreklerinde tanımadıkları bir anlayışın tohumlarını gördüler.

Halka tüm ovaya yayıldı ve söndü. Ortada, Selvi ve Aras, hâlâ birbirlerine bakıyorlardı. Fiziksel formları değişmişti. Artık ne sadece ışık ne de sadece gölgeydiler. İkisinin bir karışımı, grileşmiş bir tayfın canlı tezahürü gibiydiler; Selvi’nin saçları gümüş rengi ışık huzmeleri, Aras’ın teni alacakaranlık gölgelerle bezenmişti. Elleri hâlâ birbirine kenetlenmişti, biri diğerinin gölgesi, diğeri onun ışığı.

Önlerinde, iki ordu şaşkınlık içinde duruyordu. Kılıçlar indirilmiş, karanlık kollar sarkmıştı. Nefret ve korku yerini şaşkın bir dinginliğe bırakmıştı. Kavga arzusu, o garip, yayılan denge halkası tarafından söndürülmüştü.

Selvi, kalabalığa doğru konuştu, sesi hem kendi hem de Aras’ınki gibiydi, tuhaf bir şekilde güçlü ve yumuşak: “Gördünüz mü? Işık ve Karanlık birbirini yok etmek için değil, birbirini tamamlamak için var. Biri olmadan diğeri anlamsız. Biz… biz bu dengeyi taşıyoruz artık.”

Aras, başını Selvi’ye yasladı. “Birlikte,” diye ekledi, sesi bir fısıltı kadar hafif ama herkes tarafından duyulacak kadar net. “Yeni bir çağ başlıyor. Işığın ve Gölgenin, birbirini anlamaya çalıştığı bir çağ. Biz bu çağın bekçileriyiz.”

Doğu ufkunda, ilk şafağın ışıkları sızıyordu. Bu ışık, eskisinden farklıydı. İçinde gecenin derin mavisini, gölgelerin yumuşaklığını barındırıyordu. Selvi ve Aras, ellerini bırakmadan, yeni güne, yeni dünyalarına doğru ilk adımlarını attılar. Arkalarında, savaşmak için gelmiş iki ordu, şimdi sessizce, bu imkânsız aşkın ve getirdiği dengenin şahitleri olarak duruyordu. Gölge ile Işığın aşkı, sadece onları değil, her şeyi değiştirmişti. Yeni bir şafak, gri tonların ve imkanların şafağı doğuyordu.

Oğuzhan ÖCAL

varyasyonkalemler Dergisi İçin Kaleme Alınmıştır.

 

Exit mobile version