ZAMANDA BİRLEŞEN BABA OĞUL

ZAMANDA BİRLEŞEN BABA OĞUL ZAMANIN TOZLU PERDESİ Kalypso İstasyonu, Mars Yörüngesi – 2189 Zaman, Kalypso İstasyonu’nda donmuş gibiydi. Mars’ın kızıl ufkunu süpüren bu devasa göz, uzayın karanlık ihtişamına kayıtsız bakıyordu. İçinde, titanik sessizliğin ağırlığı altında ezilen bir avuç insan. Dr. Levent Karahan, nöbet konsolunun başına geçeli iki saatti, fakat her dakika Dünya zamanından katbekat uzun […]
Öykü - 2 Temmuz 2025 20:50
ZAMANDA BİRLEŞEN BABA OĞUL

ZAMANDA BİRLEŞEN BABA OĞUL

ZAMANIN TOZLU PERDESİ

Kalypso İstasyonu, Mars Yörüngesi – 2189

Zaman, Kalypso İstasyonu’nda donmuş gibiydi. Mars’ın kızıl ufkunu süpüren bu devasa göz, uzayın karanlık ihtişamına kayıtsız bakıyordu. İçinde, titanik sessizliğin ağırlığı altında ezilen bir avuç insan. Dr. Levent Karahan, nöbet konsolunun başına geçeli iki saatti, fakat her dakika Dünya zamanından katbekat uzun sürüyordu. Burada yalnızlık, vakumdan daha keskin, uzayın soğuğundan daha acımasızdı. Gözleri, sonsuz veri akışını tarayan ekranlarda kayıtsızca geziniyordu. Gelen sinyallerin ezici çoğunluğu, ölü uyduların son çığlıkları ya da otomatik sondaların anlamsız mırıldanışlarıydı. Rutin, ruhu kemiriyordu. Ta ki konsol aniden titreyene dek.

Tık.

Sessizliği parçalayan minik bir elektrik çıtırtısı. Sonra, ekranın kalbinde bir kıvılcım: KIRMIZI. Yanıp sönen, acil bir uyarı sembolü. Levent’in gözleri odaklandı, zihni uyuşukluktan sıyrıldı. Tanıdık ama imkansız bir başlık:

ZAMAN KAPSÜLÜ SİNYALİ – KAYNAK YILI: 2047

“Saçmalık,” diye mırıldandı sesi kısık, boğuk. Zamanla dalga geçen yapay zekâ şakalarıydı bunlar, istasyonun monotonluğuna katlanan mühendislerin dijital eğlenceleri. Parmakları, sinyali silmek üzere klavyeye uzandı. Ancak, gönderen kimliği ekrana yansıdığında, kanı dondu.

GÖNDEREN: METE KARAHAN

Dünya, ayaklarının altından kaydı. Koltuğa çakıldı, nefesi kesilmişti. Göğsünde eski bir yara, unutmaya çalıştığı bir acı, birdenbire tazelenmiş, kanıyordu. Mete. Oğlunun adı. Onun ve sevgili eşi Elif’in hayatını aldığı söylenen o lanetli 2040 yazı… Sıcak bir Temmuz günü, beklenmedik bir telefon, paramparça bir hayat. “Kaza,” demişlerdi. O günden sonra Levent, kendini bu çelik ve cam labirentine, yıldızların soğuk ışığına ve acısını boğabileceği sonsuz verilere gömmüştü. Galaksinin genişliğinde kaybolmak, kaybın daracık hüznünden kaçmaktı niyeti.

Ama bu… bu bir hayaleti çağırıyordu. Elleri, kontrol edilemez bir titremeyle, sahtekarlık analizini başlattı. Sistem ışıldadı, yeşil bir onay işareti belirdi:

SİNYAL KAYNAĞI VE ZAMANSAL BÜTÜNLÜK DOĞRULANDI. GERÇEK.

Gerçek. Gerçek. Kelime beyninde yankılandı. Parmakları dokunmatik ekranın üzerinde gezindi, terlemişti. “Aç,” komutunu verirken sesi bir fısıltıdan ibaretti.

Ekranın önünde hava titredi, ışık parçacıkları dans ederek bir araya geldi. Bir hologram belirdi. Küçük, narin. Yedi yaşında bir çocuk. Kestane saçları, Elif’in gülüşünü taşıyan dudakları… Mete. Tam o, hafızasında donup kaldığı haliyle. Levent’in içgüdüsü geri çekilmekti. Bir tuzak? Zeki bir yapay zekânın acımasız bir oyunu? Ama sonra çocuğun gözlerine baktı. O derin, koyu kahverengi gözler… İçinde bir şeyler kıpırdadı. Tanıdık bir ışık. Bir özlem.

Holografik Mete gözlerini kırpıştırdı, biraz ürkek, biraz uykulu:

“Merhaba baba…” Sesi, uzayın sessizliğinde kristal kadar berrak, geçmişten gelen bir rüzgar gibi esti. “Bu sana ulaşabilir mi bilmiyorum. Belki hiç olmaz. Ama eğer olursa… bil ki seni hep sevdim. Çook sevdim.” Duraksadı, dudaklarını yaladı. “Bana ‘gizli bir görev’ dediler. Çok önemliymiş. Ama… çok uykum var baba. Çok uykum geliyor.” Hıçkırık sesine benzer bir ses çıkardı. “Annem… annem yanımda değil. Ama sen varsın, değil mi? Hep yanımda olacaksın? Onlar… zaman kapsülünü kullanmamı söylediler. Seni… seni gelecekte arayacağım. Söz. Bekle beni, olur mu? Söz…”

Sözleri, küçük bir elin havada erimesiyle son buldu. Hologram soldu, yerini veri akışına bıraktı. Levent’in gözlerinden sıcak damlalar yanaklarına süzüldü, konsolun soğuk yüzeyine düştü. Uykum var. O lanetli günün sabahı, Mete de sürekli uykusuz olduğundan yakınıyordu. Bir şeyler… bir şeyler korkunç derecede yanlış gidiyordu o gün. Elleriyle yüzünü kapattı, omuzları hıçkırıklarla sarsıldı. Kaybın acısı taptazeydi.

Ekran yeniden parladı. Sistem otomatik olarak ikinci bir veri paketi yüklüyordu. Kaynak aynıydı, ama tarih farklı: 2189. Holografik ışık yeniden şekillendi. Bu sefer karşısında duran bir genç adamdı. Yirmi beş yaşlarında. Saçları daha koyu, yüz hatları keskinleşmiş, çenesinde hafif bir tıraş izi vardı. Ama gözler… o gözler aynıydı. Levent’in hiç tanık olmadığı, hayal bile edemediği bir geleceğin Mete’siydi bu. Levent’in boşluğa bakakaldığı yılların ürünü.

Genç Mete derin bir nefes aldı, doğrudan holografik kameraya, dolayısıyla gelecekteki babasına bakıyordu. Sesinde bir olgunluk, derin bir hüzün ve sarsılmaz bir kararlılık vardı:

“Baba…” Tek kelime, yılların yükünü taşıyordu. “Seninle ilgili… hafızamda kalanlar çok az. Birkaç anı parçası. Senin kokun… belki güldüğün bir an… kucaklayışının sıcaklığı. Silik, soluk resimler gibi.” Durakladı, yutkundu. “Ama içimde… kalbimin en derininde bir his var. Tuhaf, güçlü, sarsılmaz. Sanki seni… hep hissetmişim gibi. Varlığın, benimle hep varmış gibi. Bir parçam eksikti, baba. Ve o parça senmişsin.” Gözlerinde beliren nemi silmek için başını hafifçe çevirdi. “Zaman… Zaman yolculuğu projeleri başarıya ulaştı. Çok çalıştım. Seni bulmak… bulabilmek için her şeyi öğrendim. Her riski göze aldım. Ve şimdi… Babalar Günü’nde, seni görmeye geliyorum.” Daha dik durdu, gözlerindeki kararlılık parlıyordu. “Bugün, 10 Haziran 2189. Kalypso İstasyonu’ndayım. Kapıyı aç baba. Lütfen… bekliyorum.”

Hologram söndü. Konsol odasına çökülen bir sessizlik hakim oldu. Levent yerinden fırladı, kalbi göğsünde bir yaban kuşu gibi çırpınıyordu. Bacakları titriyordu. Koşar adım ana kontrol terminaline yöneldi. Parmakları neredeyse işlevini yitirmiş gibi tuşların üzerinde gezindi. İniş Kayıtları. Son 1 Saat.

Liste yüklendi. En üstte tek bir giriş:

GELEN ARAÇ: METEON-1

DURUM: YANAŞMA TAMAMLANDI – HAVA KİLİDİ BEKLENİYOR

YOLCU: 1 (Mete Karahan – Kimlik Doğrulandı)

MÜRETTEBAT: 0

Ekranın altında, hava kilidi durum göstergesi yanıp sönüyordu: DIŞ KAPILAR KAPALI. BASINÇ DENKLENİYOR. İÇ KAPILARIN AÇILMASINA 30 SANİYE…

Levent, koridora fırladı. Ayakları onu, küçük geminin bağlandığı ana hava kilidine götürdü. Kilidin dış kapısının arkasındaki geniş, silindirik odanın ortasında durdu. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki kulaklarında uğultu yapıyordu. Zaman genişledi, gerildi. Her nefes, geçmişten bir sahne getiriyordu gözlerinin önüne:

Mete bebekken, alnına değen o ilk öpücüğün yumuşaklığı…

Elif’in, sabah güneşiyle aydınlanan kahkahası…

Piknik sepetleri, göl kenarındaki koşuşturmalar, düşen bir dondurmanın yarattığı dramatik ağlama…

Kayıp bir ailenin fotoğrafları, bir babanın yalnızlıkla örülmüş yılları, Kalypso’nun penceresinden süzülen yıldızların soğuk ışığında parıldayan gözyaşları…

TISSSSSS…

Hava kilidinin iç kapılarının hidrolik sesiyle titredi duvarlar. Ağır metal kapılar, içeriye sterilize edilmiş hava ve sessiz bir beklenti üfleyerek yana açıldı. Toz ve metal kokusu karışımı bir esinti esti.

Ve sonra… bir gölge. Kapının eşiğinde belirdi.

Levent’in nefesi tutuldu. Genç adam, içeriye adım attı. Işık yüzüne vurdu. Gözleri… Mete’nin gözleri. Aynı koyu kahve, aynı derin bakış. Ama içinde bir ömür vardı. Levent’in hiç tanık olmadığı, hiç paylaşamadığı bir ömür. Genç adamın yürüyüşünde bir tuhaflık vardı; Levent’in çok uzun zaman önce, küçük bir çocuğun dünyayı keşfederken sergilediği o güvenle merak, cesaretle ürkeklik karışımı hali. Oğlunun adımları. Hafızasının derinliklerinden gelen, unutulmuş ama asla kaybolmamış bir ezgi gibi.

Mesafe eridi. Adımlar hızlandı. İki beden, aralarındaki onlarca yılı, acıyı, yalnızlığı, cevaplanmamış soruları paramparça ederek birbirine doğru atıldı. Levent’in kolları, bir babanın en temel, en evrensel içgüdüsüyle açıldı. Ve Mete, o kayıp çocuk, o bulunmuş adam, o boşluğa daldı.

Kucaklaştılar.

Çelik zeminin üzerinde, Mars’ın kızıl gezegeninin sessiz tanıklığında. Levent’in elleri oğlunun sırtında, onun gerçek, sıcak, nefes alan varlığında geziniyordu. Mete’nin kolları babasının etrafında sıkıca kenetlendi, yüzünü Levent’in omzuna gömdü. Söze gerek yoktu. Sadece hıçkırıklar. Bastırılmış, derin, yılların suskunluğunu bozan hıçkırıklar. Levent’in omzundaki kumaş ıslandı. Uzay boşluğunda süzülmeye mahkum gözyaşları değildi bunlar; bir babanın ve oğlunun, koparılmışlığın acısını dışa vuran, iyileşmeye başlayan yaralarından sızan kutsal sıvılardı. Zaman, o an, Kalypso İstasyonu’nda durdu.

Birkaç Gün Sonra…

İstasyondaki hava değişmişti. Mete’nin getirdiği, geleceğin karmaşık zaman cihazları ve teorileri, Levent’in evreni algılayışını alt üst etmişti. Artık sadece bir astrofizikçi değildi; kaybettiğini sandığı bir parçası, hayatın mucizesi tarafından geri verilmişti. Bir baba olmanın kırılgan, muhteşem ağırlığını yeniden hissediyordu. Mete’nin açıklamalarından, zaman kapsülü teknolojisinin yalnızca sinyal değil, kısa metinler halinde geçmişe bilgi göndermeye de olanak verdiğini öğrenmişti.

Bir gece, Levent oğlu uyuduktan sonra konsolun başına geçti. Yüzü kararlılıkla aydınlanmıştı. Parmakları klavyenin üzerinde titreyerek gezinirken, gözlerinin önünde Elif’in gülüşü canlandı. Kazadan bir gün öncesi. 2040.

İçini çekti ve yazmaya başladı. Her kelime, kalbinden koparılmış gibiydi:

“Sevgilim, Canım Elif’im… Bu satırlar sana ulaşabilirse, bil ki bu bir rüya değil, gelecekten gelen çaresiz bir çığlık. Yarın… lütfen, ne olur, o arabaya binme. Mete’ye de bindirme. Herhangi bir bahane bul. Hastaymışsın gibi yap. Anahtarları kaybet. Ne olursa yap, ama o yola çıkmayın!” Gözlerinden bir damla, ekrana düştü. Devam etti: “Mete… Bizim küçük kahramanımız… O yaşıyor, Elif’im. Yaşıyor! Yıllar sonra, Mars’ın yörüngesinde, benim yanımda. Büyümüş, güçlü, harika bir genç adam olmuş. Zamanda yolculuk yaparak bana ulaştı. Onu kaybetmediğimiz bir gelecek mümkün. Belki… belki seni de kurtarabiliriz. Sevgili karım, seni her gün, her nefesimle özledim. Bu yalnızlık çok ağırdı. Geri dön. Lütfen geri dön. Bizi bekleyen bir gelecek var. Sevgiyle… Sonsuza dek senin, Levent.”

“Gönder” tuşuna basmak, evrenin kaderine müdahale etmek gibiydi. Parmak havada asılı kaldı. Sonra, kararlı bir hareketle dokundu. Ekran maviye döndü, bir ilerleme çubuğu belirdi. Sinyal, zamanın dokusuna işleniyordu. Sonunda, soğuk, dijital bir onay belirdi:

MESAJ ZAMANSAL YOLCULUĞA ÇIKTI. HEDEF: 10 TEMMUZ 2040 – 08:47 DÜNYA SAATİ

Değişim garanti değildi. Zamanın dokusu dirençliydi. Belki de mesaj hiç ulaşmayacaktı. Ya da ulaşsa bile Elif inanmayacaktı. Umut, kırılgan bir iplikti. Ama Levent, oğlunun varlığında, o ipliğe sıkı sıkıya tutunmayı öğrenmişti.

Babalar Günü, Kalypso İstasyonu

Mete, holografik projektörünü çıkardı. Bir düğmeye bastı. Odanın ortasında, gerçekçi dokunuşlarla ışık saçan bir demet kırmızı gül belirdi – Dünya’nın unutulmuş güzelliğinden bir parça.

“Babalar Günün kutlu olsun, baba,” dedi, sesi hâlâ biraz buruk, ama içtenlikle doluydu. “Gelecekte çiçekler pek yok, ama… en azından hatırası.”

Levent, holografik çiçeklere baktı, sonra oğlunun gözlerine. Gözlerinde minnet ve yepyeni bir umut ışıldıyordu. Gülümsedi, bu sefer yılların ağırlığından daha özgür bir gülümseme.

“Teşekkür ederim oğlum. Çok güzeller,” dedi yumuşak bir sesle. Sonra, konsolun yanındaki bir çekmeceyi açtı. İçinden basit, kadim bir defter ve bir kalem çıkardı – dijital çağda nadir birer hazine. Defterin arasından birkaç katlanmış kağıt çıkardı ve Mete’ye uzattı. “Ben de… senin için bir şey hazırladım. Bir hediye. Aslında… bizim için.”

Mete kağıdı aldı, merakla açtı. Babasının tanıdık el yazısını gördüğünde gözleri büyüdü. Yazılar, annesine yazılmış o umut dolu, çaresiz mektubun bir kopyasıydı.

“Baba… bu…” Sözleri boğazında düğümlendi.

“Zamanda bir yolculuk,” diye devam etti Levent, sesi heyecanla titriyordu. “Senin teknolojin sayesinde mümkün oldu. Mesaj… geçmişe gitti. Annesine. Senin annene.” Mete’nin gözlerine baktı, derin bir umutla. “Belki… sadece belki… onu da kurtarabiliriz. Birlikte. Bir aile olarak.”

Mete, kağıda bakakaldı. Annenin yüzü, o hiç tanımadığı ama içinde hep bir özlem olarak taşıdığı kadın, zihninde canlandı. Sonra, gözlerini babasına kaldırdı. İçinde, babasınınki gibi kırılgan ama güçlü bir umut filizlendi. Bir aile olma umudu. Kayıp bir parçayı tamamlama umudu.

“Birlikte,” diye fısıldadı, sesi kalınlaşmıştı. “Evet baba. Birlikte.”

İki Karahan, Kalypso’nun geniş gözlem penceresinin önüne oturdular. Mars, alacakaranlıkta kızıl bir yakut gibi parlıyordu. Altlarında, engin, sessiz uzay dönüyordu. Omuz omuza oturmuşlardı. Bir baba ve oğul. Aralarında, geçmişin acıları ve geleceğin belirsiz umudu vardı. Ama o anda, sadece şimdi vardı. Bir kavuşmanın sıcaklığı. Ve sessizce dönen uzayın içinde, sadece bir buluşma değil, bir başlangıcın, bir affedişin ve evrenin dokusuna işlenmiş bir umudun doğduğu bir gündü. Geçmiş değişebilir miydi? Bilinmezdi. Ama umut, Kalypso İstasyonu’nda, bir baba ile oğlunun yan yana oturduğu o küçük köşede, gerçek ve yaşıyordu.

Oğuzhan Öcal

Bu hikaye Varyasyonkalemler.com Sitesi İçin Yazılmıştır.

Yazar

  • Oğuzhan Öcal Roman Yazarı ➡️ Computer Engineering ➡️ Creative Graphic Designer . Entrepreneur ➡️ Destek Afad Gönüllüsü ➡️ Araştırmacı Yazar ➡️ AFAD Destek Gönüllüsü

    View all posts
BENZER HABERLER