41,3190$% 0,44
48,5003€% 0,70
56,0563£% 0,62
4.844,87%0,36
8.004,00%0,31
31.918,00%0,31
Akşam, pencerenin camına yüzünü sürten puslu bir kedi gibi şehrin üstüne çökmüştü. Adam, ismini yıllar önce bir kapı pervazına kazımış, sonra silmeyi unutmuş biri gibi hissediyordu; varlığı görünür ama okunmaz. Masanın üzerinde açık bir defter, defterin kenarında solmuş bir menekşe ve yarısı içilmiş bir çay… Dışarıda cılız bir rüzgâr, içeride ağır bir sükût. “Hayat,” diye düşündü, “belki de yan yana dizilmiş odalardan ibaret; bazılarına girmeye cesaret edemedim, bazılarında gereğinden fazla kaldım.”
O akşam, nihayet, kendine bir hesap sormaya karar verdi. Aşklar, kaybettikleri, yarım kalan hayaller… Hepsini tek tek çağırıp adlarını yazacaktı. Defterin ilk satırına, yıllardır telaffuz edemediği bir kelimeyi, kısık bir duayla yazdı: “Affet.” Kimi, kimden esirgeyeceğini bilmiyordu; belki kendinden, belki de ona bir ömrün en güzel mevsimini armağan edip gidenlerden.
Kalemi eline alınca, parmaklarının arasından dökülen titrek bir hatıra, deniz kokusu taşıyan bir istasyon peronu oldu önce. Uzakta bir tren düdüğü, aralarında söylenmemiş bin cümle… “Başlayalım,” dedi, “yoksa ertelersem yine taş kesilecek içimdeki söz.” Ve yazdı: “Bir adamdım; fakat kimi gün bir çocuk, kimi gün bir ihtiyar.”
Lisenin arka bahçesinde, saçlarına rüzgâr ilişmiş bir kız gülmüştü bir gün. Gülüşü, eskimiş sınıf duvarlarına yeni boyanmış bir beyazlık gibi parlamış; adam o gün ilk defa “dünya denen şey, belki de yalnızca bir sese inanmak” diye düşünmüştü. Kız, hayatın aceleci yürüyüşüne uyan biri değildi; adımları yavaş, sözleri yuvarlaktı.
Bir akşamüstü, eve dönerken yağmur başlamış, ikisi aynı şemsiyeye sığınmıştı. Şemsiyenin ucundan damlayan su, kaldırımı noktalayan bir alfabe gibi bir şeyler anlatıyor, adam o harfleri bir ömür boyu çözmeye çalışacağını sanıyordu. Ama gençlik, en güzel hatırayı en çabuk yıpratan kumaştı. Üniversite başka şehir, rüzgâr başka yöne… Ayrılık, iki insanın birbirinden değil, kendilerinden uzaklaşmasıyla olur bazen.
Yıllar sonra, bir kitapçı vitrininin önünden geçerken, kızın adını bir şiirin dipnotunda görmüştü: bir teşekkür cümlesinde, kısa, silik, sıradan. O an anladı; ilk aşk, hayatta kalır ama değişir: sesini yitirir, yalnızca ritmini bırakır.
Deftere yazdı: “Birini gerçekten sevdiğimde, onu hatırlamak için artık sese değil, sessizliğe kulak veririm.”
Kaybetmek, adam için bir coğrafyaydı. Her yenilgi bir ülke, her yitim bir sınır kapısı. Babasını erken kaybetmişti; evin içi yıllarca bir sandalyesi eksik sofraydı. Annesi, sessizliği dikiş makinesinin pedalında onarmaya çalışırdı. O, kümülüs bulutları gibi biriken suskunlukların altında büyüdü: Yağar mı yağmaz mı, asla belli olmayan bir gökyüzü.
Sonra bir dostunu kaybetti; ikisinin de paylaştığı o gülünç sırları, bir anda sadece kendisinin taşıdığı bir yüke dönüştü. Paylaşılan sır, yük değildir; ama tek başına kalınca omuzları çatlatır. Mezarlıktan dönerken, cebinde kırılmış bir tespihin boncuklarını buldu. Avucuna alıp sıktı; acıtmayan acıların en tehlikelisi o günküydü.
Defterde yeni bir başlık: “Kayıpların Haritası.”
Altına not düştü: “Kayıp, bizi büyütmez; yalnızca cümlelerimizin arasını açar. Büyüdüğümüzü sandığımız o boşlukta, aslında eksiliriz.”
Bazen, bir insanın yüreğinde şehirler kurulur; ama onlar haritada yoktur. Adam, yıllar içinde kendi haritasını katlayıp katlayıp iç cebine sığdırmayı öğrendi—her kat, bir eksilme çizgisi gibi.
Hayallerin de odaları vardı. Kiminde duvar kâğıtları soyulmuş, kiminde perdeden sızan ince bir ışık… Adam, gençliğinde bir yazar olmayı düşlemişti; cümleleriyle başkalarının karanlık odalarına pencere açmak isterdi. Fakat hayat, çoğu zaman hayalin önüne “birazdan” yazan bir kapı asar. O “birazdan”, yıllara dönüşür.
Bir yayınevine yolladığı ilk dosya reddedildiğinde, editörün kenara attığı not, kâğıdın üstünde kalbinde yankılanan bir çizik gibi durdu: “Duygu var, fakat ritim dağınık.” O günden sonra, ritim için yaşadı; kalbinin temposunu bile metronomla ölçer gibi.
Bir başka odada, küçük bir sahil kasabasına taşınmak, sabahları denize bakarak kahve içmek vardı. Oraya hiç gidemediyse de, her sabah mutfakta çalan su ısıtıcısı, uzak bir dalga gibi uğulduyordu. “Hayal,” diye yazdı deftere, “gerçekleşmeyince eksiltmez; bazen insanı, gerçeğin ağırlığından korur.”
Ve ekledi: “Bir gün, hayallerimin anahtarlarını düşürdüğüm o koridorda, eğilip tek tek toplayacağım hepsini; ama bugün, yalnızca anahtarlığın sesini dinliyorum.”
İkinci aşk, hayatın insana verdiği ikinci vicdandır; çünkü ilkinde yaptığın hataları görür, ikincisinde affetmeyi öğrenirsin. Onu bir kütüphanede tanımıştı; rafların arasında ayak sesleri ipek gibi sürtünürken, kadın bir kitap sormuştu: “İçinde denize bakan bir pencere geçen tüm romanları arıyorum.” Adam gülmüştü: “O zaman bütün romanları okuyacaksınız.”
Birlikte yürüdüler, birlikte sustular. Kadının suskunluğu, adamın suskunluğundan daha şefkatliydi; insan, bazen kendini ancak başkasının sessizliğinde duyar. Fakat sevgi, iki yalnızın bir araya gelişi değildir; iki yalnızın yalnızlığına saygı gösterme becerisidir. Bu beceri onlarda eksik kaldı.
Kavga etmediler. Ayrılmadılar. Sadece bir gün, aynı pencereye bakıp farklı denizler gördüler. Kadın, uzak bir ülkenin göçmen kuşlarını izledi; adam, çocukluğunun sığ sularını. Aynı camda iki ayrı mevsim tutunca, cam sislenir.
Deftere yazdı: “Onu kaybetmedim; onu olduğu yerde bıraktım. Bazen birini sevmek, onun gittiği yere gitmemeyi kabullenmektir.”
Pişmanlık, keskin bir bıçak değildir; daha çok, kesmeyen ama sürekli sürten bir bıçak gibidir. Adam, pişmanlıklarını sıralasa, bir çamaşır ipine asılmış gölgeler gibi dizileceklerdi:
Bir telefonun geri dönmeyen çağrısı.
Bir mektubun postalanmamış zarfı.
Bir özrün tam vaktinde söylenmeyişi.
Ve en çok da, kendine karşı cimri davranması…
Bir öğretmeni vardı; “İnsan, kendine verdiği sözleri tutmazsa, başkalarının sözlerine sığınır,” demişti. Oysa başkasının sözü, eve ödünç alınmış bir sandalye gibidir; bir gün mutlaka geri verilir ve sen ayakta kalırsın.
Adam, bir gece yarısı aynaya baktı. Gözaltlarında, sanki yıllar boyunca okunmuş bir kitabın sayfaları gibi kırışıklıklar… “Pişmanlıklarımı saymayacağım,” dedi, “onları kullanacağım.” Hangi cümleyi daha kısa, hangi susmayı daha uzun tutacağını pişmanlık öğretecekti çünkü.
Defterin sol alt köşesine küçücük yazdı: “Kendimi affedene kadar yazacağım.”
Şehir, bazen bir insanın kalbini taklit eder: Aynı sokaktan defalarca geçsen de, her seferinde başka bir şey görürsün. Adam, geceleri yürümeyi seviyordu; vitrinlere yansıyan adımlarının, gerçek adımlarını sabırlı bir dost gibi yanından ayırmayışını.
Bir köşede, saatleri tamir eden yaşlı bir adamın dükkânı vardı. Vitrinde duran kırık camlı bir saat, her gece aynı dakikada kalakalıyordu: 21:17. Adam, “Bir gün hayatımın da bir dakikası kırılacak ve ben hep orada kalacağım,” diye düşündü. Sonra, vitrindeki saat yerine kendi bilek saatine baktı—işliyordu. Demek ki kırılmamıştı.
Yürürken, sokağın ucunda bir sokak müzisyeni “Sevdim Seni Bir Kere”yi çalıyordu. Melodi, insanın içine, eski bir çekmecenin kulpuna takılan parmak gibi girip kaldı. O an anladı: Şehir, bazen bize söyleyemediklerimizi söyler; bir şarkı, bir vitrin, bir kırık dakika…
Deftere döndüğünde, bir cümle ekledi: “Kendimi iyileştirmenin en mütevazı yolu, gece şehri dolaşıp, başkasının yalnızlığını kendi yalnızlığıma nazar boncuğu gibi asmak.”
Bir mektup aldı: Eski bir kasabadan, denize bakan evlerin hâlâ sabahları iyot koktuğu bir yerden. Mektup kısa ve sakindi: “Buradayım. Eğer bir gün, konuşmadan anlaşabileceğimize inanırsan, gel.” İmza yoktu; ama kimin yazdığını anlamak için imzaya gerek de yoktu.
Adam, yıllarca ertelediği yolculuğu başlattı. Trene bindi. Camdan geriye kaçan tarlalar, sararmış bir albüm sayfasından kopan fotoğraflar gibi gözünün önünden geçiyordu. Her durakta, bir eski cümlesini indirdi; her hızlanışta, yeni bir nefese yer açtı.
Kompartımanda yaşlı bir kadın oturuyordu. Elinde ufalanmış bir ekmek, gözlerinde derin bir göl. “Oğlum,” dedi, “insan, dönerken mi yaşlanır, giderken mi?” Adam sustu. Kadının sorusu, içindeki koridora asılmış bir ayna gibi onu çoğalttı. “Dönerken,” diye düşündü, “çünkü dönen, arkasında ne kadar kalabalık bıraktığını görür.”
Defterinde yeni bir sayfa açtı, trende titreyen yazısıyla: “Yolculuk, insanın kendisini ikna etme sanatıdır. Ben, kendimi sevmenin en dürüst biçiminin, kendime doğru yola çıkmak olduğuna bugün inandım.”
Kasabaya vardığında akşamüstüydü. İstasyonun önünde, yıllar öncesinden kalma bir fırının önünde durdu: Susam kokusu, çocukluğunun alnını öptü. Denize doğru yürüdü; dalgalar, taşların üstünde küçük omuz hareketleriyle nefes alıp veriyordu.
Onu, kıyıya yakın bir bankta buldu. Ne selam, ne sitem. Aralarında, söylenmemiş cümlelerin zarif kalabalığı… Kadın, “Geleceğini biliyordum,” dedi. Adam, “Ben de,” diye karşılık verdi, “sözlerimiz bittiği için gelmedim; bittiğini kabul edebilmek için geldim.”
Uzun bir sessizlik. Bir martının, gökyüzündeki çizgisini tamamlayıp uzaklaşması kadar sade bir sessizlik.
Sonra kadın, cebinden küçük bir anahtar çıkardı. “Bu, eskiden birlikte umut ettiğimiz evin anahtarı değil,” dedi gülümseyerek, “kendi odanın anahtarı. İçeri gir; eğer kalmak istersen kal, gitmek istersen giderken kapıyı çek.”
Adam, anahtarı avucuna aldı. Sıcaklığı, yıllar önce yitirdiğini sandığı bir duyguyu uyandırdı: İzin. Sevilmekten önce, insanın en çok ihtiyacı olanın izin olduğunu o an anladı—kalmak, susmak, eksik kalmak için bile.
Gecenin derin bir yerinde, deniz karanlık bir ekleme çizgisi gibi ufka uzanıyordu. Adam, penceresi denize bakan odada defterini açtı. Bu, öyküsünün son sayfası mıydı, yoksa ilk?
“Affediyorum,” diye yazdı, “beni terk edenleri değil; onlara, içimde bir ülke kurup sınır kapılarını açık bırakan beni. Affediyorum, gençliğimin aceleci adımlarını, korkaklığın bahanelerle süslenmiş ritmini. Affediyorum, diyemediklerimi; çünkü sessizliğimle de bir şeyler söyledim.”
Sonra vazgeçti süslü cümlelerden. Kâğıda tek bir kelime bıraktı: “Bugün.”
Pencereden içeri sızan iyot, menekşe, ekmek ve uzak tren düdüğü… Hepsi bir araya geldi ve adam, yıllar sonra ilk kez kendi adını içinden sevgiyle söyledi. Hayallerinin odalarını kapatmadı; ışıklarını açık bıraktı. Belki geri dönerdi, belki dönmezdi; mesele, artık kapıyı içeriden kilitlememesiydi.
Sabaha karşı, kıyıda ilk martı öttüğünde, kalemi bıraktı. Affetmek, büyük bir tören değilmiş meğer; yalnızca, kendine “tamam” demenin yalın cesareti.
Ve adam, öyküsünü noktalamadı—çünkü bazen en hakiki nokta, cümlenin sonunda değil, nefesin içinde konur. O, nefes aldı. Şehir, deniz, tren, menekşe… Hepsi, bir anlığına aynı ritimde attı.
Güneş doğarken, adam artık kaybettiklerinin toplandığı bir müze değil; yarınlarına açılan küçük bir iskeleydi. Orada bekledi: Kendi teknesinin, kendi rüzgârıyla gelmesini.
Mavi Hasret
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.