40,9157$% 0,77
47,9224€% 1,05
55,5534£% 1,01
4.410,52%0,05
7.177,00%0,24
28.620,00%0,23
İnsanın başına gelenler bazen bir odanın kapısındaki paslanmış pirinç anahtardan sızar. O kapı kapandığında, içeride kalanlar solgun bir fotoğrafın sararmış köşesi; dışarıda kalanlar keskin bir rüzgârın ısırdığı soğuk.
Yusuf Rauf, iş dünyasında bir isim değil, camları titreten bir sesti. İhalelerde adını duyduğunuzda telefonlar aniden sessizleşir, toplantı salonlarında kalemler oynatılmadan önce gözler ağır bronz kapı tokmağına kilitlenirdi: “Geliyor mu?” Prestij dediğin, bazen İtalyan kumaşın ütü izinde, bazen de bir bakışın buz kesiğinde taşınır. Yusuf’un bakışı eksik parçaları görünmez yapan bir sihir gibiydi. Şehirde iki şey fısıldanırdı: Onun gizemli hayır işleri ve onun adımlarına yetişemeyenlerin çamura saplanan ayakkabıları. Burs verdiği gençlerin sayısı kayıt dışı bir efsaneydi; vakfın adı kasıtlı bir belirsizlikle örtülüydü, “meçhul bağışçı” haberlere bir gece karı gibi sessizce düşerdi.
Bir sabah, uçurum kenarındaki holding binasının 21. katında, dumanı tüten kahvesini içerken, sekreteri Dilşah titreşimli bir sesle, “Mali İşler ’den Mert Bey bekliyor,” dedi. Mert, çamurlu sokaklarda top peşinde koştukları çocukluk arkadaşıydı. Yusuf, onunla birlikte ilk sermayeyi çizik bir tezgâha döküp, ambalaj makaralarını gece lambasının solgun ışığında sayarken kaç şafak karşılamıştı… Dostluk dedikleri, aynı kâğıt helva kutusundan çekirdek çıtlatmaya benzer: Sade ama kalıcı.
Mert odaya girer girmez ter kokulu dosyaları masaya gümleterek bıraktı. Belgelerin kenarları ıslak mendil gibi kıvrılmıştı. İçindeki rakamlar zehirli ok uçları, satır araları kâğıt altında gizlenmiş bir yangın. Yusuf sayfaları çevirdikçe, ofisin klimalı havasında bir uğultu yükseldi: Vergi dairesi, usulsüzlük, kara delikler gibi yurt dışı hesaplar… “Bunlar sahte,” dedi Yusuf, sesi dondurucu bir berraklıkta. “Kimin imzası bu?”
Mert gözlerini beyaz duvardaki boş bir noktaya kaçırdı. “Senin,” dedi, sesi kum taneleri gibi dağılarak, “ama ben yapmadım.”
Yusuf porselen fincanı koydu, pencereden aşağıda cıvıl cıvıl akan şehre baktı. “Kim yaptı?”
“Cengiz,” dedi Mert. Cengiz, Yusuf’un en sarp ihalelerde sırtını dayadığı sağ kolu… “Bizi koruyacağını söyledi. Bir iki masum evrak… Şirketi kurtaracaktık.”
“Beni mi kurtaracaktın,” dedi Yusuf, camdaki yansımasına bakarak, “yoksa kendini mi?”
Cevap duvar saatinin tik taklarıyla doldurdu boşluğu. Bazı sessizlikler, mezarlık toprağı gibi üzerine serpilir dostluğun. Mert çıktı. Kapı son bir nefes gibi kapandı. Yusuf elini ince yünlü pantolonunun cebine attı, aşınmış deri bir halkaya bağlı küçük bir demet anahtar çıkardı. İlk dükkânın anahtarı, yılların yorgunluğuyla ucu hafif eğri. Onu kaygılı parmakları arasında tesbih gibi çevirdi. “Kapılar,” diye mırıldandı, sesi odanın boşluğunda eriyerek, “insanı içeri aldığı kadar, yalnızlığın eşiğinde bırakmayı da bilir.”
Fırtına hızla indi: Akşam üstü resmi damgalı bir savcı yazısı, sabaha karşı bankaların soğuk mavi ekran ışıkları, öğlene doğru gazete manşetlerinin kırmızı çığlıkları… “Yusuf Rauf hakkında soruşturma.” İlk gün telefonlar ölü gibi sustu, ikinci gün mesajlar kuruyan bir dere gibi azaldı, üçüncü gün sessizlik çınladı. Dördüncü gün, beraber poz veren gülen yüzler sosyal medyadan karaborsacılar gibi silindi. Lüks restoran sofralarına davet ettiklerinin, davetiyeleri iğrenç bir hışırtıyla buruşturup çöpe atarken çıkardıkları ses, Yusuf’un yankılanan odasında asılı kaldı.
Cengiz uçurulmuştu. Mert, tek cümlelik bir mesaj attı: “Yanlış anlaşıldı.” Bir hafta sonra şirkette ölüm sessizliğinde olağanüstü genel kurul toplandı. Yusuf’un deri kaplı koltuğu utanç verici bir boşluktu. İmza yetkileri bir bıçak darbesiyle alındı, evine soğuk bakışlı haciz memurları geldi. Dolap kapakları hırsla açıldı, porselen tabakların hassas kenarlarında gezinen tutkallı kağıtlar acımasızca söküldü. Bir ev, ruhu sökülüp alınırken hızla küçülür. Fotoğraflar atılacak eşya yığınında kartondan bir ağaca dönüştü. Üzerine kırmızı bantla “KIRILIR” yazısı, mahkûmiyet kararı gibi asılıydı.
Yusuf o gece soğuk parke üzerinde yalnız yattı. Salon hayaletlerle dolu: Tek bir tozlu koltuk, annesinin solmuş dantel örtüsünden bir parça, babasının tahta aslan başlı bastonu ve masanın üzerinde terkedilmiş bir not defteri. Defterin beyaz ilk sayfasına mürekkep fışkırtırcasına bir cümle yazdı: “En çok güvendiklerim, ihanetin ilk kılıcını sallayanlar oldu.” Sabaha karşı kapı sertçe çaldı: “Efendim, evi hemen boşaltmanız gerekiyor.” Yüzü donuk bir görevli, “Ben de emrim kuluyum,” dedi mekanik bir sesle. Yusuf acı dolu bir gülümseme denedi: “Hepimiz zincirin bir halkasıyız.”
Temmuz güneşi, evin içini yağmalanmış bir sarayın kavurucu hüznüyle yaladı. Son sandık kamyon kasasına gıcırtıyla sürüklendi. Yusuf eşikte durdu. Anahtar demetine son bir umutla uzandı. Kapının soğuk metal diline dokundu. Dönüşü olmayan bir çıt sesi. “Seni kim ihanetle kilitlemişse ancak o açar,” derler. O kapı, Yusuf’u çaresizliğin kucağına bıraktı.
Şehrin altı, üstünün parıltılı yalanından daha kalabalıktır. Metrobüs duraklarında ter kokulu gömlekler, köprü ayaklarında yağmurla ıslanmış güvercinler, park kenarlarında gölgelerle bütünleşmiş bedenler… Yusuf ilk geceyi sert tahta bir bankta geçirdi. Ellerini yırtık ceketinin içine sokup titreyen avuçlarına üfledi. İç cebinde, iş gezilerinden kalma altın amblemli otel mendili… Gümüş saatini bir somun ekmeğe bozdurdu. Kalan tek değerli eşyası, o ucu eğri eski anahtar. Cebinde taşıdıkça yüreğinin ağırlığıyla çoğaldı. Anahtar, ağırlığını kapalı kapı ardındaki her şeyden alıyordu.
Bir sabah sıcak simit kuyruğunda, arkasından bir ses: “Amca sıranı ben ödedim.” Dönünce, bir zamanlar umutla burs verdiği gençlerden birini gördü. Gencin gözlerinde tanımanın kırmızı utancı, tanımazdan gelmenin beyaz korkusu vardı. “Teşekkür ederim,” dedi Yusuf kırık bir sesle. “Ben seni küçükken…” Genç bıçak gibi araya girdi: “Karıştırdınız herhalde!” Savuşup gitti. Simidin sıcak susamları Yusuf’un avcuna dökülürken, şehrin hafızası, susam taneleri gibi rüzgâra karıştı.
Parkın ıssız köşesinde kara tüylü, bir bacağı topal sokak köpeği Kara’yla tanıştı. Kara, insanın sessiz çığlığını kuyruk sallayarak duyuran cinstendi. Yusuf elindeki kuru ekmeği ikiye bölüp bir parçasını uzattı. “Benimle eşit paylaş,” dedi, sesinde yeni bir yumuşaklıkla. Hayatında ilk kez gönülden gelen bir eşitlik vardı aralarında. Bu düşünce donmuş içine küçük bir ateş yaktı.
Geceleri, köprü altı sakinleri arasında hikayesi bir efsaneye dönüşmedi. Çünkü o dilini kilitlemişti. Anlatmadığın acı, bedende daha hafif iz bırakır. Yine de bazı ay ışıklı geceler dudaklarından şu cümle döküldü: “Kapılar… Doğduğumuzda açılan, öldüğümüzde kapanan. Herkes bir gün kendi eşiğinde kalır.”
Bir gün beyaz fayanslı hastane acilinde panik kokulu bir telaş vardı. Yusuf, duvar dibinde bekleyenlerdendi. Tekerlek sesleri acının ritmini vuruyordu betona. Görünmez yarasıyla içeri girmek için bahane arıyordu. Tam o sırada ince bir kadın sesi: “Yusuf Bey?” Şaşkınlıkla başını kaldırdı: Eski holdingde stajyerken bir “Aferinle kanatlanan Nazlı. Takım elbiseli, gözlerinde profesyonel bir endişe.
Nazlı’nın bakışları eskimiş ceketinde, açık ayakkabılarında gezindi: “İyi misiniz?” Yusuf zoraki gülümsedi, “İyiyim,” dedi, sonra gerçeği yakalamak ister gibi ekledi: “Sanırım.” Nazlı’nın yüzünde tanımanın tehlikesiyle bir kararsızlık; etrafa süzülen bir bakış… Sonra çantasından kırmızı termosu çıkarıp uzattı: “Çay. Sıcak.” Yusuf titreyen elleriyle termosu bir cankurtaran simidi gibi kavradı. Buhar, yüzünde eriyen ilk sıcaklıktı. Nazlı ivedi adımlarla uzaklaştı. Arkasından bakarken, içinde filizlenen minnetin ürkekliğini hissetti. İnsan, karanlıkta uzanan bir elin dokunuşunu, ömür boyu unutamaz.
“Düştün de mi böyle oldun, yoksa böyle olduğun için mi düştün?” diye sordu bir gece sarı yüzlü İsmail. Geri dönüşüm toplayıcısı. Yusuf, Kara’nın sırtını okşarken, “İkisi de değil,” dedi. “Ben kapımı dostlara açık sandım, meğer eşik hırsız doluymuş.” İsmail çatlak dudaklarıyla güldü. “Ben kapı sevmem; kapılar yürekleri ayırır,” dedi. Sonra çuvalından temiz iki plastik şişe uzattı: “Gece soğuk vurunca içine su doldur, ayaklarını ısıtır.” Yusuf şişeleri bir mücevher edasıyla aldı. İnsan, en basit şeyin bile ne büyük armağan olabileceğini dibe vurdukça öğrenir.
Aradan aylar geçti. Yusuf, şehrin gürültüsünden uzak kıyılarına çekildikçe içindeki fırtına dindi. Vapurların gümüş köpüklü iskelelerinde, cami avlularının huzurlu gölgelerinde dolaştı. Servet günlerinde adı altın harflerle yürürdü; şimdi sessiz bir gölge yürüyordu peşinde. O gölge, bir gün onu cam cepheli devin önüne getirdi. Parlak lobi, kart okutan takım elbiseliler, başarı bip sesleri… Yusuf, dışarıda bir leke gibi durdu. İçeride duvarda dev poster: Mert, yeni kral olarak gülümsüyordu. Altında demir bir cümle: “Şeffaflık ve büyüme stratejimizle geleceğe yürüyoruz.”
Şeffaflık, Yusuf’un üstüne alınmamış bir yafta gibi yapıştı. Camda kendi silik yansımasına baktı: Uzamış sakal, solmuş ceket, yırtık ayakkabı. İçinden acı bir kahkaha koptu; boğazında düğümlendi. “Gelecek,” dedi, sesi kırık cam gibi tınlayarak, “bazılarının altın merdivenle çıktığı kapı; bazılarının sırtından bıçaklandığı duvar.”
Üniformalı güvenlik yaklaştı: “Beyefendi, burada duramazsınız.” Yusuf başını onurla değil, yorgunlukla eğdi. “Haklısın,” dedi. “Ben artık kimsenin durmak istemeyeceği bir yerdeyim.”
Sert bir lodos akşamı, köprü altındaki tanıdık yüzler sis gibi dağıldı. Yusuf Kara’yı üşüyen bedenine sardı. “Sana bir şey olacak diye korkuyorum,” dedi rüzgâra karışan bir sesle. Kara sadık gözlerini kırpıp başını Yusuf’un ince ceketine gömdü. O gece Yusuf ilk kez içten içe ağladı. Gözyaşları, çamurlu zeminde kaybolan küçük ıslak izler bıraktı. İçindeki görkemli kaleler, yaldızlı salonlar bu çamurun içinde bir rüya gibi eridi.
Sabah sisli, bir bakkalın önünde durdu. Bakkal, birkaç kez görüp çay uzattığı adamdı: “Abi,” dedi, dükkân kapısını açarken, “iş arıyorsan depoda karton var, sabah ezanıyla dizeriz.” Yusuf kuru dudaklarıyla başını salladı: “Olur.” Depoda toz bulutu içinde geçen ilk gün, kartonların verdiği küçük kesikler, eskiden pahalı kâğıtlara attığı imzaların acısını hatırlattı. Akşamüstü bakkal peynirli sandviç uzattı: “Bu dükkânın gerçek sermayesi merhamettir,” dedi, gözlerinde sıcak bir pırıltı. Yusuf acıyla karışık gülümsedi. “Alacaklı kalplerin faizi ağırdır,” dedi. “Ben eskiden hep alacaklı sanırdım kendimi, meğer en büyük borç bana imiş.”
Birkaç gün depoda çalıştı. Karşılığında dumanı tüten çorba, sırtını dayayacak bir duvar… Hayat bazen lüksü değil, insanlığı arar. O insanlık, birinin “Buyur” demesidir. Dördüncü gün, resmi araçlar kapıda durunca bakkalın yüzü gerginleşti. Polis botlarının gürültüsü içeri girince, iki adam: “Ruhsat denetimi.” Bakkal kâğıt denizinde boğulurken, Yusuf gölge gibi geri çekildi. Adamlar ayrılırken alçak sesle fısıldadı: “Dikkat et, şu adam düşen patron Yusuf Rauf’a benziyor.” Diğeri küçümseyerek güldü: “Olur mu, o adamların sonu ışıklı limanlarda biter.”
Yusuf o akşam, geçmişi bir yük gibi atmaya çalıştı. Unutmak, insanın öğrendiği ilk, başardığı son beceri.
Sert kış bastırdı. Yusuf’un sol omzu, donmuş bir ağrıyla çekti. Nazlı’yı hastane kapısında, elinde poşetle gördü: Kalın yünlü bir kazak, lacivert atkı. Uzattı: “Bunları alır mısınız?” Yusuf, “Deftere yaz,” diye mırıldandı. Nazlı, kararlı bir sesle, “Bu defterin son sayfası yok,” dedi. “Bir şey daha: Öğrenci kimliğim. Belediyenin aşevine kayıt için…” Yusuf kartı hafif titreyen elleriyle aldı. Utançla minnet boğazında düğümlendi. “Teşekkür ederim,” dedi, sesi rüzgârda dağılan bir yaprak gibi. Nazlı bir adım attı, durakladı. Geri dönmek istediği gözlerinden okundu; dönmedi. İnsan bazen iyiliğin ağırlığına bakamaz.
Aşevi telaşlı insan selinde. Yusuf sıraya girdi. Elindeki kart küçük bir cankurtaran simidi gibi. Buharı tüten çorbayı alırken, “İnsanın donmuş içini ısıtan, bir elin sıcaklığıdır,” diye geçirdi içinden. Yan masadaki tünel işçileri onu saygıyla karşıladı. Biri, “Abi,” dedi tedirgin, “sen… haberlerdeki Yusuf Bey’e benziyorsun?” Yusuf hüzünlü bir tebessümle: “Kamera lensleri gerçeği bükebilir.” Adamlar anlamış gibi sustu. Duvardaki saat acımasız bir metronom gibi tıkırdadı.
O gece Yusuf, yıllardır sakladığı küçük defteri çıkardı. Kime yazdığı meçhul bir mektup karaladı:
“Bir zamanlar yanımda şıngırdayan çok anahtarım vardı. Her kilidi açacağımı sandım. Meğer gerçek kapılar, anahtarla değil, insanın kendini anahtar kılmasıyla açılırmış. Geçerken gözlerini kaçıranların vurdumduymazlığını asla sindiremedim. Sırtımdan çekilen ellerin buz izini sıcağında hissettim. Ben neydim? Yaldızlı bir tabela mı? Söktüler. Gösterişli bir bina mı? Boşalttılar. Güçlü bir isim mi? Susturdular. Kalan? Bu eski, eğri anahtar. İlk dükkânın. Mert’le birlikte eğmiştik, takatuka kapısına uysun diye. Ah Mert… İnsan en çok, birlikte büktüğü şeyleri düzeltmek için yalnız kalır.”
Defteri kapattı, anahtarı avucunda bir sıcaklık gibi sıktı. Kara başını hırıltıyla dizine koydu. “Sabaha burada kalsak?” dedi Yusuf, sesi köprünün altındaki karanlığa karışarak. Kara minik bir iniltiyle yanıt verdi.
Şehrin acımasız sabahları bazen sirenle uyanır. O sabah da keskin bir ses yırttı sessizliği. Nazlı, koşuşturma içinde, köprü altında ambulans ışıklarıyla aydınlanmış bir kalabalık gördü. Beyaz örtülü bir sedye… Yaklaşamadı. Bir görevli, “Kimliği yok, cebinde paslı bir anahtar çıktı,” dedi. Nazlı’nın içinde bir şey kırılıp suya düştü. “Anahtar,” diye fısıldadı, rüzgâra, “kayıp hangi kapının?”
O sırada İsmail eli arabalı sokağın köşesinden çıktı. Koştu. “O burada yatardı,” dedi kısık sesle, “kimseyi rahatsız etmeden.” Görevli, “Tanır mıydın?” diye sordu. İsmail hüzünle başını salladı: “İnsan adını bilmeden de dost olabilir; o bana bir şişe suyun ne büyük armağan olduğunu öğretti.” Örtünün ucunu saygıyla kaldırdı. Yusuf’un yüzünde derin bir sükûnet vardı; uzun ve yorucu bir yolun son durağına varmış gibi.
Bir polis, cebinden çıkan buruşuk defteri açtı. Son sayfadaki mürekkep lekeli cümle, dünyaya son bir ders gibiydi: “Eğer bir gün bir anahtar bulursanız, onu somut bir kilit için değil; içinizde hapsolmuş merhameti özgür bırakmak için kullanın.”
Nazlı, kalabalığın uzağında sessizce ağladı. Gözyaşları beton zeminde küçük ıslak daireler oluşturdu. “Daha çok çay getirmeliydim,” diye geçirdi içinden. “Cesaretle tanımalıydım sizi.” Bazen, bir insanı gerçekten tanımak, onun acısını kendi yüreğinde taşıma cesaretidir. Nazlı bunu geç fark etmenin ağırlığıyla iç çekti.
İsmail, polisten anahtarı istedi. “Hatıra kalsın.” Polis kayıt defterine işaretle: “Resmi işlem gerek.” İsmail anlamış gibi mırıldandı: “Bürokrasi çarkında kaybolacak.” Bir çekmeceye atılacak paslı anahtar… Ama bazı eşyalar, sahibinden uzun yaşar. Anahtarlar, yeni yüreklere yol bulur.
Haber siteleri tek satırlık bir not düştü: “Köprü altında bir erkek cesedi.” Adsız, kimsesiz. Manşetlerin devi, bir cümlenin dipnotu oldu. Sosyal medyada acımasız yorumlar: “Düşüş ibretlik,” “Hak etti.” Kimse bilmedi ki günah keçileri, bazen masum kuzularla beslenir.
Mert, gece geç saatte ofiste haberi gördü. Parlak ekrana bakakaldı. İçinde kopan fırtınayı bastırmak için camdan dışarı, ışıklı şehre baktı. Telefonunu sertçe masaya bıraktı, ışıkları bir daha açmamak üzere kapattı. Koridorda hayaletlerin ayak sesleri vardı. Asansör aynasında gördüğü yüz: Henüz kırışmamış ama gözlerinin derinliğinde bir çatlak… “Yusuf,” dedi duvara. Ses soğuk duvarlardan sıçrayıp geri döndü. Sokak yağmur sonrası ıslaktı. Mert ağır adımlarla yürüdü. Bir köşede Kara’yı gördü. Hâlâ bekliyordu. Elini uzattı; Kara sadık başını çevirdi. Gerçek sadakat, ölümü bile tanımaz.
Yağmurlu bir perşembe, cami avlusunda mütevazı bir cenaze… Kefenin üzerine düşen cılız güneş. İmam yumuşak bir sesle: “Merhamet, biz sağ kalanlara bir sığınaktır,” dedi. Saflarda bir avuç insan: İsmail, bakkal, aşevinden ütüsüz gömlekli iki genç, gözleri kızarmış Nazlı. Söylenmemiş cümleler, bakışlarda saklı. Yusuf konuşmaktan çok çalışan bir adamdı; şimdi onun için az ama öz sözler vardı.
Nazlı, kefenin üzerine katlı bir kâğıt bıraktı: “Ödenmemiş çay borcunuz.” Yanına minik bir anahtar çizdi. İsmail, doldurduğu berrak su şişesinin üzerine keçeli kalemle yazdı: “Armağan.” Şişe hüzünlü güneşte ışıldadı. O an, şehrin tüm pencereleri aynı insanlık ışığını yansıttı.
Yıllar sonra, dar bir sokakta, küçük bir atölye açıldı. Kapıda ahşap bir tabela: “Anahtar: Kapılar İçindir, İnsanlar İçin Değil.” İçeride genç eller, eski anahtarları nakış gibi işleyip sanata dönüştürüyordu. Atölyenin sahibi, bir zamanlar simit sırasında Yusuf’u tanımayan gençti. O utanç, yıllarca içindeki iyilik kapısını kilitli tutmuştu. Bir akşamüstü, yaşlı bir geri dönüşümcü, elinde paslı, ucu eğri anahtarla geldi. “Bunu sakla,” dedi, “dostum Yusuf’undu.”
Genç anahtarı hürmetle aldı. Parmaklarında titredi. Gözleri aniden doldu. Anahtarı duvardaki onur köşesine asarken, kapının ahşap pervazına şu cümleyi kazıdı: “Bir gün dışarıda kalırsam, beni içeri alacak kapıyı çalacak cesaretin olur mu?” O gün, atölyenin kapısı karanlık çökene kadar açık kaldı. Gelen her yabancıya sıcak çay sunuldu.
Şehrin üzerinde eski bir ah gibi rüzgâr esti. Köprü altındaki nemli taşların arasında, yıllar önce düşmüş bir defter sayfası rüzgârla dans etti. Okunabilen tek cümle, zamanın tozuna direnen bir hakikat gibiydi:
“Bir insanı zengin yapan, cebindeki altın anahtarlar değil; kapısını sevgiyle çalacak bir yüreğin olmasıdır.”
Kara, kentin uzak bir parkında, bir bankın altında sonsuza dek bekliyor gibiydi. Bazı köpekler, sahibinin ruhunu ölümden sonra da sadakatle bekler.
Ve Yusuf… Şehrin kolektif hafızasında, adını bilmeyenlerin anlattığı hüzünlü bir ‘köprü altı adamı’ olarak kaldı. Ama isimsiz kahramanlar, en kalıcı izi bırakır. Kapılar kapanır, anahtarlar bürokrasi çekmecelerinde kaybolur, unvanlar toz olur. Geriye ne kalır? Avuçta paylaşılan bayat ekmeğin dokusu; bir termosun içindeki çayın sıcak buğusu, plastik şişeye yazılmış ‘Armağan’ kelimesinin mütevazı gururu; bir köpeğin sessiz bağlılığının ağırlığı. Ve en çok, gücün zirvesindeyken yardım ettiklerinin ihanetle sırt dönmesinin dondurucu soğuğu… O soğuk, şimdi merhamet sobacıklarında ısıtıyor, aş kazanlarında kaynıyor, cami avlularında yankılanan dualarda yaşıyor.
Şehir, her sabah yeni kapılar açar. Kimisi içeri girmenin rahatlığına, kimisi dışarıda kalmanın keskin rüzgârına maruz kalır. Ama bir yerde, Nazlı’nın gözlerinin derinliğinde, Yusuf’un o eğri uçlu anahtarı hâlâ dönüyor. Belki bir gün, bir kapı, sadece ve sadece merhametle açılır. O gün, hiçbir yüz çevrilmez. O gün, en varlıklımız, en çok hatırlayanımız olur. O güne dek, cebimizde küçük, paslı bir anahtar taşıyalım: İçimizde kilitli kalmış iyiliği, en umutsuz sandığımız anda dünyaya salıvermek için.
Oğuzhan ÖCAL
Şövkət Ələkbərova
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.