DOLAR

40,8784$% 0,61

EURO

47,9237% 0,67

STERLİN

55,3636£% 0,71

GRAM ALTIN

4.436,03%0,94

ÇEYREK ALTIN

7.233,00%1,13

TAM ALTIN

28.845,00%1,12

a
Reklam
ad826x90

Bozkırın Ortasında Aşk

Bozkırın Ortasında Aşk Hikaye

ad826x90
ad826x90

Yılların ağırlığı, Boğaç’ın omuzlarında kurşun gibiydi. Ülkesinden binlerce kilometre uzakta, gri şehrin kalbindeki fabrikada, iş ve yatakhane arasında sıkışmış bir hayat. Her gün aynı makinenin uğultusu, aynı yatakhanenin loş ışığı, aynı yalnızlığın keskin soğuğu. Bir gün, mavi gökyüzünü unuttuğunu fark etti. İçinde bir çatlaktan fışkıran bir özlem, bir isyan. “İstifa etmiyorum,” dedi Genel Müdür’ün karşısında, sesi ilk kez bu kadar kararlı, “İzin istiyorum. Uzun bir izin.”

ad826x90

Genel Müdür şaşkın, kaşlarını kaldırdı: “Doğaç? Memlekete mi gideceksin? Uçak biletini hemen ayırtalım.”

“Orda kimsem yok,” diye yanıtladı Boğaç, gözleri uzaklara dalmış. “Burada… biraz gezeceğim. Tarihi yerleri görmek için. Toprağı hissetmek için.” Yıllarca biriktirip, “emanet” diye şirket kasasında duran maaşının bir kısmı, özgürlüğünün bedeli oldu. Genel Müdür, muhasebeye bir telefon açtı: “Boğaç Bey ne kadar talep ederse, karşılayın.” İzin belgesini imzaladı. Kâğıt, Boğaç’ın elinde bir kanat gibiydi.

Uçsuz bucaksız bozkırın ortasındaki küçük bir han, onun sığınağı oldu. Taş duvarlar, eski kilimler, saman ve toprak kokusu. Burası zamanın yavaş aktığı, gökyüzünün sonsuz olduğu bir yerdi. Tarihi kalıntıları gezerken, rüzgârın taşıdığı ince bir sesle irkildi. Bir kaval sesi. Melodi, hüznü ve bir o kadar da direnci anlatıyordu. Sesi takip etti. Bir tepeciğin ardında, kızıl güneşin altında, buğday rengi saçları rüzgârda uçuşan bir kız oturuyordu. Gözleri, bozkır göklerinin en derin mavisindeydi. Adı Leyla’ydı.

Leyla, bozkırın ruhu gibiydi. Özgür, esrarengiz, içinde bir sır taşıyor gibi. Boğaç’ın yıllardır unuttuğu duygular, onunla geçirdiği her an yeniden filizlendi. Beraber gün batımlarını izlediler, kayalıklardaki eski yazıları çözmeye çalıştılar, sessiz vadilerde yürüdüler. Leyla’nın kahkahası, Boğaç’ın içindeki buzları eritti. Bir akşam, gökyüzü mora çalarken, Leyla’nın başı hafifçe Boğaç’ın omzuna düştü. “Seninle… hep böyle kalsak,” diye fısıldadı, sesinde tatlı bir hüzün.

ad826x90

Aşk, bozkırın ortasında bir çiçek gibi açtı. Fakat bu çiçeğin kökleri derinde bir acıya uzanıyordu. Bir gün, uzun bir yürüyüş sırasında Leyla’nın rengi bembeyaz kesildi. Nefesi kesilir gibi oldu, dizlerinin bağı çözüldü. Boğaç panik içinde onu hana taşıdı. Yaşlı han sahibi, acı dolu gözlerle Leyla’ya baktı ve Boğaç’ı kenara çekti: “Bilmiyor muydun delikanlı? Leyla… kanayan bir çiçek. Doktorlar, vakti kısıtlı dedi. Belki bir yıl, belki daha az.”

Boğaç’ın dünyası yerle bir oldu. Leyla, o gece, gözyaşları içinde itiraf etti: “Ölümcül bir hastalığım var, Boğaç. Kalbim… eskisi gibi atmıyor. Zamanım az.”

Boğaç, umutsuzca sarıldı ona: “Önemli değil! Her saniye kıymetli. Benimle evlen. Ne kadar zamanın varsa, senin olsun.”

Leyla’nın gözlerinde bir fırtına koptu. “Hayır!” diye bağırdı, sesi ilk kez bu kadar keskin. “Asla! Ölümümle seni bağlamam. Ben gidince… sen yeni bir hayat kurmalısın. Unutmalısın beni.” Reddedişi, bir bıçak gibi saplandı Boğaç’ın kalbine.

ad826x90

Günler geçtikçe Leyla daha solgun, daha içine kapanık oldu. Bir sabah, Boğaç, Leyla’nın hanın arka bahçesinde, uzaktan gelen yabancı bir adamla fısıldaştığını gördü. Adam, Leyla’ya bir kese uzattı, Leyla başını öne eğdi. Sonra adam, aniden Leyla’yı kollarına aldı, sımsıkı sarıldı. Leyla direnmedi. Boğaç’ın dünyası karardı. Aldatılıyordu. Acısı, kaybetme korkusuna, korkunç bir ihanet öfkesiyle karıştı. İçinde fırtınalar koparken, Leyla’ya dönüp bakmadı bile. O günden sonra aralarına kalın bir duvar örüldü. Leyla’nın açıklama çabalarını, gözlerindeki derin acıyı bile görmezden geldi. Öfke, kederini boğuyordu.

Leyla’nın sonu, bir sonbahar akşamı, bozkırın hüzünlü bir meltem estiği saatte geldi. Hanın loş odasında, yatağında solgun bir çiçek gibi yatıyordu. Nefes alışı güçleşmiş, gözleri artık Boğaç’ı bile seçemiyordu. Boğaç, yatağın başında, öfkesi yerini tarifsiz bir çaresizliğe bırakmış, onun elini tutuyordu. Soğuktu. Leyla’nın dudakları kıpırdadı, zorlukla: “Dolapta… mektup…”

Leyla, bozkır rüzgarına karışan bir kuş gibi hafifçe son nefesini verdi. Sessizlik, dünyayı yuttu.

Boğaç, titreyen elleriyle dolaptaki zarfa uzandı. Leyla’nın zarif yazısı, gözyaşlarıyla bulanıklaştı:

“Sevgili Boğaç’ım,

Öfkeni gördükçe kalbim parçalandı, ama gerçeği söyleyemezdim. O adam, bana acıyı dindiren ilacı getiren eczacının kardeşiydi. Ona para vermek zorundaydım, çünkü sana yük olmak istemedim. Sarılması… son bir veda, bir tesellidi. Beni sevdiğini söylediğinde, dünyalar benim oldu. Evlenmek… en büyük hayalimdi. Ama seni, ölümümün gölgesiyle, bir dul olarak bırakmaya nasıl razı geleyim? Sen, güneş gibi parlayan hayatınla, özgür olmalısın. Beni unut. Ama şunu bil ki, son nefesime kadar, sadece seni sevdim. Bu bozkır, seninle geçirdiğim her an, benim cennetimdi…

Seni sonsuza kadar seven,

Leyla”

Mektup, Boğaç’ın ellerinden kaydı, yere düştü. İçinde bir şey kırıldı, paramparça oldu. Gerçeğin ağırlığı, öfkesinin yanlışlığının utancı, kaybın tarifsiz acısı… Hepsi bir arada vurdu. Boğaç’ın göğsünden kopan bir çığlık, hanın taş duvarlarında yankılandı. Bozkırın ortasında, sevdiği kadını önce yüreğiyle, sonra aklıyla kaybetmişti.

Günler, haftalar geçti. Boğaç’ın gözlerindeki ışık sönmüştü. Yüzü çökmüş, saçları ağarmıştı. Sık sık ateşler içinde yatıyor, Leyla’nın adını sayıklıyordu. Bir sabah, han sahibi onu bozkırın ortasında, Leyla’nın kaval çaldığı tepeciğin üzerinde buldu. Yüzünde çocuksu bir gülümseme, gözleri ufukta bir noktaya dikilmişti. “Geliyor,” diye fısıldadı kırık bir sesle, “Leyla geliyor. Bak, saçları rüzgârda… Kavalını duyuyor musun?”

Artık hep oradaydı. Gün batımında, şafak sökerken, ayaz gecelerde… Taş gibi soğukta bile. Gözleri, ufkun sonsuz çizgisini tarıyor, kulakları, rüzgârın uğultusunda kaybolan bir kaval sesini dinliyordu. Bozkırın ortasında, sevginin ve kaybın ağırlığı altında ezilmiş bir adam, sevdiğinin asla gelmeyeceğini bile bile, onu bekliyordu. Rüzgâr, onun saçlarını okşarken, uzaklarda hüzünlü bir kaval sesi gibi inliyordu. Ve Boğaç, donmuş gözlerle, o sesin geldiği yöne doğru, bir ömür boyu sürecek bekleyişine devam etti. Bozkırın ortasında, aşk, bir mezara dönüşmüştü ve bekçisi, aklını yitirmiş bir sevgiliden başkası değildi.

Kış, bozkırı demir bir yumrukla sımsıkı kavramıştı. Rüzgâr, kemikleri donduran bir iniltiyle esiyor, kuru otlar buz tutmuş toprağa çivilenmiş gibi duruyordu. Hanın önündeki o küçük tepe, artık Boğaç’ın ikinci eviydi. Günler, haftalar, aylar… Zaman, onun için donmuştu. O hep orada, Leyla’nın kaval çaldığı yerde, taş kesilmiş bir heykel gibi bekliyordu. Gözleri, her sabah şafak sökerken umutla açılıyor, her akşam güneş batarken derin bir kırgınlıkla kapanıyordu. “Geliyor,” diye mırıldanıyordu bazen, sesi rüzgârın uğultusuna karışan bir fısıltıdan ibaret, “Bugün gelecek. Saçlarını rüzgâr savuruyor… Bak, orada!”

Ama Leyla gelmiyordu. Sadece acımasız bozkır rüzgârı ve sonsuz bir sessizlik geliyordu.

Bir sabah, şafak vakti, “Abçar” dedikleri köyün yaşlı çobanı, sürüsünü otlatmaya çıkarırken, tepenin üstündeki o kara, hareketsiz silueti fark etti. Boğaç, her zamanki gibi oturmuş, sırtı eski bir kaya parçasına dayalı, yüzü ufka dönüktü. Fakat bu sefer, alışılmadık bir durgunluk vardı üzerinde. Kuşlar, olağandışı bir cesaretle omzuna konmuş, kıpırdamıyorlardı. Rüzgâr bile, o an, o noktada susmuş gibiydi.

Çoban, içine doğan bir hüzünle yaklaştı. Boğaç’ın yüzü, kar gibi bembeyazdı. Kirpiklerinde ve sakallarında incecik buz kristalleri parıldıyordu. Gözleri açıktı, ama içlerindeki o deli umut ışığı sönmüş, yerini bozkırın ufku kadar geniş, sonsuz bir boşluğa bırakmıştı. Dudaklarında, donmuş bir tebessüm vardı; Leyla’yı sonunda gördüğü o anın dondurulmuş bir yansıması. Elleri, dizlerinin üzerinde öylece duruyor, sertleşmiş parmakları sanki bir eli tutmak için uzanmış gibiydi. Bedeni, gece boyu süren dondurucu soğuğun ve yürek kırıklığının son darbesiyle, nihayet pes etmişti.

Çoban, başını usulca öne eğdi. Yüreği sızladı. Bu yabancı delikanlının hikayesini, han sahibinden duymuştu. Bozkırın ortasında kaybolmuş bir aşkın, bir yanlış anlaşılmanın ve çifte ölümün hikayesini. Boğaç’ın omzuna konan küçük kuş, hafifçe kanat çırpıp göğe yükseldi.

Çoban, köye döndü. Haber, sessizce yayıldı. Han sahibi, yüreği ağzında, birkaç köylüyle birlikte tepeye çıktı. Boğaç’ı orada, bozkırın sonsuzluğuna bakarken buldular. Donmuş tebessümü, ölümün bile silemediği bir huzur barındırıyordu sanki. Han sahibi, gözlerini silerek, Boğaç’ın katılaşmış ellerini usulca kavuşturdu. “Gitti,” diye fısıldadı, sesi kırık, “Artık onu beklemeyecek. Belki de… beklediği geldi sonunda.”

Onu, Leyla’nın sessizce uyuduğu mezarlığın yanı başına, bozkırın rüzgarının en çok okşadığı, güneşin ilk ışıklarının vurduğu küçük bir tepeciğe gömdüler. Taş bir mezar taşı dikmediler. Sadece, toprağa karışıp gidecek iki küçük taş koydular başucuna ve ayakucuna. Bozkır, onların sözlerini bilirdi zaten. Rüzgâr, onların hikayesini anlatırdı artık.

O gece, bozkırda olağanüstü bir sessizlik oldu. Sonra, incecik, hüznü ve huzuru aynı anda anlatan bir kaval sesi duyulduğunu söyleyenler oldu. Ses, iki mezarın arasından geliyor, gökyüzüne doğru yükselip yıldızlara karışıyordu. Bir çift beyaz tüy, rüzgârda dans ederek, mezarların üzerinde birleşti, sonra birlikte karanlığın içinde kaybolup gitti.

Artık acı yoktu. Hastalık yoktu. Yanlış anlaşılmalar, reddedişler, öfkeler yoktu. Sadece, bozkırın sonsuz kucağında, rüzgârın ezgisini dinleyen iki ruh vardı. Boğaç, sonunda Leyla’yı bulmuştu. Sonsuz dünyanın engin ve sakin bozkırlarında, ellerini hiç bırakmamak üzere tutmuştu. Bekleyiş bitmişti. Kavuşma, ölümün ötesinde, ebediyen başlamıştı. Bozkırın ortasındaki aşk, nihayet huzura ermiş, sessizliğin ve yıldızların tanıklığında sonsuza dek birlemişti.

“Bu satırlar, Orta Asya’nın engin bozkırlarında kök salmış gerçek bir destanın sessiz çığlığıdır. Kişiler ve mekânlar bir perde ardına çekilmiş olsa da yaşananlar o altın otların, o uçsuz bucaksız göğün tanıklığında billurlaşmıştır.

Boğaç… Can yoldaşıma yakıştırdığım bu ad, kısa ömrüne sığdırdığı o muazzam aşkın gölgesinde şimdi daha bir anlamlı. Öyle bir sevdaya tutuldu ki, anlamak dünyalara nasip olmadı. ‘Bozkırın aşkı başkadır,’ derlerdi de bir türlü inanmazdım ta ki onun yüreğindeki fırtınayı görene dek. O aşk, kavurucu yaz güneşi gibi yakıcı, gece ayazı gibi keskin, esen rüzgâr gibi özgürdü.

Geldiler, naaşını alıp memleketine, ülkesine götürmek istediler. Fakat içimde bir ses, hiç susmayan bir inanç vardı: Bilirdim ki Boğaç, sevdasının yanında, o bozkır toprağının bağrında huzur bulmak isterdi. Ona layık olan, aşkının ebedi sığınağıydı orası.

Şimdi… Şimdi yan yana uyuyorlar. İki ruh, bozkırın sonsuz koynunda birleşmiş. Belki gelip geçenler, o yabancı mezarlıkta şaşkınlıkla soruyorlardır: ‘Kimdir bu Türk?’ Gayrı Müslim taşlarının arasında tek başına duran bir mezar taşı… Bir Türk’ün aşkını taşıyan sessiz bir abide.

Ruhun şad, can arkadaşım. Sevdanla bir olmuş, bozkırın rüzgârına karışmışken…

Huzur içinde uyu.”

Bu Hikaye varyasyonkalemler sitesi için yazılmıştır.

 

Oğuzhan ÖCAL

ad826x90
YORUMLAR

Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.

Sıradaki haber:

Yaşar Kemal – Yalnızlık [Şiir]

ad826x90

HIZLI YORUM YAP