40,8784$% 0,61
47,9237€% 0,67
55,3636£% 0,71
4.436,03%0,94
7.233,00%1,13
28.845,00%1,12
Ağustos. Havada, toprak ananın derin bir nefes alıp beklediği anın ağırlığı var. İstanbul Boğazı’nın suları, güneşin amansız darbeleri altında cıva gibi ağır ve parlak akıyor. Dalgalar bile tembel, kıyıya vururken bir iç çekiş gibi, çakıl taşlarını öper gibi usulca çekiliyorlar. Rüzgâr, belki bir meltem, belki sadece şehrin ciğerlerinden gelen sıcak bir nefes, yaprakları bile kıpırdatamadan süzülüyor. Her şey, bu yoğun, bal rengi ışık altında eriyor, hareketsizleşiyor, zamana direnç gösteren bir resim gibi asılı kalıyor. İşte tam böyle bir öğle sonrası, gölgesi bile sıcaktan büzüşmüş bir çınarın altında, taş bir bankta oturuyordum. Ve o geldi.
“Kimsin sen?” dedi. Ses, sıcağın uyuşturucu sessizliğini yırtan bir bıçak gibiydi. Keskin. Meydan okuyan. Arsız arsız, gözlerini bana dikmiş, bakıyordu. Gözlerinde, bu ağustos rehavetine meydan okuyan bir kıvılcım, bir sorgulama vardı. Bir yabancı? Kendimin bir yansıması mı? Yoksa kalemin ta kendisi miydi, beden bulmuş haliyle karşımda duran?
“Ben,” dedim, sesim sıcağın ağırlığıyla biraz boğuk çıktı, “yıllardır bu yolda kalem tükettim.” “Bu yol” dediğim, kelimelerin labirenti, düşüncelerin patikaları, anlamın dikenli fundalıklarıydı. Sayısız defterler dolusu mürekkep, ucu kırık kurşun kalemler, daktilo şeritleri, klavyelerin aşınmış tuşları… Hepsi bu uzun, tozlu yürüyüşün tanıklarıydı. Geceleri kitapların sarı sayfaları arasında kayboluşlar, gündüzleri gözlemlerle dolu defterler, sokakların nabzını tutan notlar… “Bu işin mektebini okudum,” ekledim, sözümde hem bir gurur hem de derin bir yorgunluk vardı. Sokaklar en büyük amfim, insan halleri en çetrefli ders kitabım, acı ve sevinç en acımasız hocalarım olmuştu. Deneyimin mürekkebiyle, gözlemlerin kağıdına yazılmış bir diplomaydı bu.
Ağustos güneşi, denizin yüzeyinde binlerce küçük ayna parçası yaratıyor, gözleri kamaştırıyordu. Uzaklardan bir vapurun düdüğü, boğuk ve uzun, sıcağın içinde eriyip gitti. Karşı kıyıdaki yalılar, ışığın büyüsüyle silikleşmiş, rüyadan bir manzara gibi duruyordu. Havada, ızgara kokusu, tuzlu deniz buharı ve solgun çiçeklerin inatçı rayihası karışıyordu. Bu duyular seli içinde, o arsız bakış hiç gevşemedi.
“Kim miyim ben?” diye tekrarladım sorusunu, bu sefer daha yüksek, meydan okuyan bir tonda. Sesim, sıcak hava katmanlarını delip geçti. “Kalemi olmayan bir yazarım ben!”
Sözler havada asılı kaldı. Bir paradoks gibi. Bir çelişki. Yazarsın, ama kalemin yoktur? Nasıl olur? O arsız gözlerde şimdi bir şaşkınlık, bir alay karışımı okunuyordu. Evet, nasıl olurdu? Fiziksel aracım yoktu artık. Cebimde eskisi gibi not defteri, sırt çantamda mürekkep lekeli bir dolmakalem yoktu. Klavyem bile suskundu, tozlanıyordu belki bir köşede. Ama bu, yazarlığın bittiği anlamına mı geliyordu?
Kalemin Yoksa Yazamaz Mısın?
Ağustos böceğinin vızıltısı, anlık bir sessizliği doldurdu. Ses, sıcağın titreşimi gibiydi. Hayır, diye düşündüm içimden. Kalem sadece bir araçtı. En nihayetinde. Taş tabletlere kazıyan ucu keskin çakmaktaşıydı ilk, sonra kamış kalemler, tüyler, mürekkepli metal uçlar, plastik gövdeli tükenmezler, elektronik ekranlar… Hepsi, içerde biriken o ateşi, o fırtınayı dışarı aktarmak için kullandığımız kapılar, pencerelerdi. Kapı kilitlenirse, pencere kapanırsa, içerdeki fırtına söner miydi? Hayır. Daha gürültülü, daha çaresiz bir şekilde dolanırdı içeride.
Benim durumum buydu. Kalemim yoktu, evet. Belki kaybettim. Belki kırıldı. Belki mürekkebi kurudu ve ben onu sembolik olarak gömdüm. Ama yazarlık… O, benim soluk alışımdı. Gözlerimle bakışımdı. Kulaklarımla duyuşumdu. Bu ağustos gününün rengi göğün dipsiz mavisi, denizin kurşuni-yeşil parıltısı, çınar yapraklarının solgun yeşili, taş bankın kül rengi bunlar benim kelimelerimdi şimdi. Vapurun uzak düdüğü, martıların çığlığı, çakıllara vuran minik dalgaların hışırtısı, bunlar benim cümlelerimdi. Karşımda duran, sorgulayan bu figürün yüzündeki ifade merak, küstahlık, belki bir parça endişe – bu, benim karakter taslağımdı.
“Bu işin mektebini okudum,” demiştim. Bu mektep, fiziksel bir bina değildi artık. İçimdeydi. Belleğimin kütüphanesinde duran, sayfaları zamanla sararmış ama mürekkebi hiç solmamış binlerce kitaptı. Gözlemlerimin arşiviydi: O kaldırımda ağlayan çocuğun yüzü, şu kahvede satranç oynayan ihtiyarların sessiz konsantrasyonu, yağmur altında ıslanmış bir kedinin bakışındaki hüzün, bir da arkasında umutla bekleyen gencin gözlerindeki kıvılcım… Bunların hepsi, kalem tutan elim olmasa da zihnimin defterine kazınmıştı. Her biri bir ders, bir deneyim, bir hikâye tohumuydu.
Ağustos, kendi başına bir arşivdi zaten. Olgunlaşmanın, bekleyişin, hasadın öncesindeki gerilimin mevsimi. Ağaçlar, baharın tazeliğini yitirmiş, yazın gücüyle dolmuş, ama sonbaharın hüznünü henüz tatmamıştı. Meyveler dallarda ağırlaşmış, renkleri iyice koyulaşmıştı; incirin mor-siyah kabuğu, üzüm salkımlarının yemyeşil yapraklar altındaki mor ışıltısı, dutların unutulmuş dallarda kararmış halleri… Bu görüntüler bile başlı başına bir şiir, bir öyküydü. Sıcağın insan bedeninde yarattığı ağırlık, terin tuzlu izleri, gölge arayışındaki telaş, hepsi birer betimlemeydi zaten yazılmış olan. Kalemim olmasa da bu arşivi okumak, içselleştirmek, onu kendi filtremden geçirip bir anlatıya dönüştürmek hala mümkündü. Yazmak, sadece fiziksel bir eylem değil, bir varoluş biçimiydi.
Karşımda duran, arsız arsız bakan bu varlık belki gençliğimin pervasızlığı, belki eleştirmenimin sert sesi, belki de sadece kendi kuşkularımın tecessüm etmiş hali hala bekliyordu. “Kalemi olmayan yazar” sözüne bir cevap, bir açıklama arıyordu gözlerinde.
“Anladın mı?” diye sordum, bu sefer sesim daha yumuşak, ama içten. “Kalem, elin uzantısıdır. Yazar ise, gözün, kulağın, yüreğin, beynin bileşkesidir. Mürekkep kuruyabilir, kâğıt yırtılabilir, klavye bozulabilir. Ama bakmak, duymak, hissetmek, düşünmek ve bunları anlamlandırmak için bir çaba… İşte yazarlık budur. Bu ağustos sıcağı bile,” diye işaret ettim etrafa, “bu durgun deniz, bu uyuklayan şehir, bu ışığın büyüsü… Bunların hepsi, kalemi olmayan bir yazar için sonsuz bir kaynaktır. Onları görmek, onları içinde duymak, onları kelimelere dönüştürmek için sabırsızlanmak… İşte yazmak budur. Araçlar değişir. Ateş içerde yanmaya devam eder.”
Arsız bakış, şimdi biraz düşünceli görünüyordu. Belki sorgulaması biraz yatışmıştı. Belki anlamıştı. Ya da belki, sadece Ağustos sıcağına teslim olmuştu. Hafif bir esinti, nihayet, çınar yapraklarını hışırdattı, yüzümüze serin bir nefes
O, arsız sorgulayıcı, sözsüz, belki bir baş hareketiyle, belki de sadece bakışını çevirerek uzaklaştı. Taş bankta, Ağustos güneşinin altında yine yalnız kaldım. Kalemim yoktu. Ama içimde, bu sıcak günün, bu şehrin, bu karşılaşmanın, bu sorgulamanın yarattığı fırtına vardı. Bu fırtına, fiziksel bir kalem olmadan da var olabilirdi. Bir deftere dökülmeyi bekleyen kelimeler değil, belki. Ama bir resmin renkleri, bir senfoninin notaları, bir heykelin kütlesi gibi, kendi biçiminde ifade bulmayı bekleyen bir ham maddeydi.
Yıllardır bu yolda kalem tükettim. Evet. Ama yol, araçtan daha uzundu. Mektep, diplomanın ötesindeydi. Ve yazarlık, en nihayetinde, dünyayı ve kendini anlama, anlamlandırma ve bunu bir şekilde kalemle, sözle, renkle, sesle, hareketle dışa vurma çabasıydı. Bu ağustos günü, sıcağın ağırlığı altında, kalemi olmayan bir yazar olarak, bu çabanın hiç bitmediğini, sadece biçim değiştirdiğini bir kez daha hatırlattı bana. Belki bir gün yine fiziksel bir kalem bulurum. Belki bulmam. Ama bakmaya, duymaya, hissetmeye ve içimdeki o anlatı ateşini beslemeye devam edeceğim. Çünkü yazarlık, bir eylemden çok bir varoluş halidir. Ve bu ağustos güneşi altında, taş bankta, bu varoluşun sessiz, kalemsiz, ama derinden akan bir nehir gibi sürdüğünü biliyorum. Denizin o cıva gibi ağır akışı gibi… Görünürde bir çaba yok, ama süreklilik, derinlik ve kaçınılmaz bir yolculuk var. İşte ben buyum: Yolun tozunu yutmuş, mektebin sınavlarını vermiş, aracı kaybolmuş ama yolculuğu asla bitmeyecek olan, kaleminin ucu kırılsa da yüreğinin mürekkebi kurumayan bir yolcu. Kalemi olmayan, ama yazgısı kelimelerle örülü bir yazar.
Oğuzhan ÖCAL
Kalemi Olmayan Yazar
Bu yazı varyasyonkalemler sitesi için kaleme alınmıştır.
Bozkırın Ortasında Aşk
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.