Sonsuzda Bir Fare

YILDIZLARIN ARASINDA BİR FARE
Bölüm I: Uyandıran Sessizlik
Soğuk, kemiklerinin derinliklerine kadar işlemişti. Eva, uyku kapsülünün sert, metal kabuğundan kendini dışarı çekerken, teninde derin bir buz yanığı hissi vardı. Sanki kırılgan derisi, donmuş bir nehre temas etmiş de geri çekilmişti. Gözlerini açtığında, tek ışık kaynağı, geminin gözleme pencerelerinden içeri sızan yıldız ışıklarıydı. Binlerce soğuk, minik iğne ucu; sessizliğe batırılmış gümüş iplikler gibi, kontrol panellerinin mat yüzeyinde, toz taneciklerinde ve kendi solgun yüzünde dans ediyorlardı. Bu cılız ışıltılar, onun hatıralarının solmuş haritasında kaybolmuş gibi duran çizgilerini, göz çukurlarının karanlığını, suskun dudaklarını okşuyordu. Eva. İsmi, kendi zihninin boş salonlarında bile artık bir yankı uyandırmıyordu; bir zamanlar ait olduğu bir eşyanın üzerindeki silik bir etiket gibiydi sadece.
Tek net anı: Uyanış. O soğuk metal kabuğun kavrayışından kurtulma çabası ve teninde bıraktığı o acı verici iz.
Etrafına baktı. Diğer kapsüller -bir zamanlar umut ve yolculukla dolu olan o şeffaf tabutlar- simsiyah ve boştu. Camları, hiçbir nefes buharı, hiçbir parmak izi lekesi taşımayan, ölü bir pırıltıyla parlıyordu. Steril, kusursuz, korkunç bir temizlik. Koridorlar, makine dronlarının monoton mırıltısı ve metalik iskeletin zaman zaman iç geçirir gibi çıkardığı titreşimli iniltiler dışında, tam bir sessizlikle kaplıydı. Ne bir adım sesi, ne bir fısıltı, ne bir kapı gıcırtısı. Sadece… sessizlik. Bu sessizlik, fiziksel bir basınç gibi kulak zarına, akciğerlere, kalbe çöküyordu. Boşluktan daha ağırdı; aktif, kemirici bir varlıktı adeta.
İçgüdüsel olarak kaptan köşküne doğru yürüdü. Ayakları, aşina olduğu metal ızgaraların üzerinde ağır ağır ilerlerken, bu yolu daha önce de –belki binlerce kez– yürümüş olduğu hissine kapıldı. Aynı gri duvarlar, aynı titreyen gölgeler, aynı kendini tekrar eden labirent. Geminin adı ARCA-7 idi. İnsanlığın son kolonizasyon armadasından biri. Bu kadarını hatırlıyordu. Belleğinin bu kısmı, bir kayanın üzerindeki oyuk gibi sert ve netti. Ama diğerleri? O binlerce rüya yolcusu nereye gitmişti? Onları taşıyan kaçış kapsülleri neden kullanılmamıştı?
Köprüdeki ana kontrol ekranına yaklaştı. Kaçış Sistemleri ikaz ışığı, 15 yıldır her sabah yaptığı gibi, yeşil ve sakin yanıyordu: “24 KAPSÜL: TAMAM. KULLANIM: SIFIR. KAYIT: SIFIR.” Eva’nın parmakları ekranın soğuk camına dokundu. Bu rakamların saçmalığı karşısında zihni her seferinde bir direnç duvarına çarpıyor, tıkanıyordu. Bir süre sonra yeni sorular da gelmez olurdu. Ama hayatta kalmak, bilmekten daha ilkel, daha güçlü bir dürtüydü. Gıda bahçelerinin hidroponik ışıkları altında filizlenen sebzeler, su geri dönüşümünün ritmik şırıltısı, havalandırmanın sürekli iç çekişi… Bunlar hala çalışıyordu. Belki de ARCA-7’nin tek gerçek ve sadık sakinleri onlardı: Paslanmaz çelikten yapılmış drenaj boruları, basınçlı oksijen tankları, derinliklerden gelen homurdanmalarıyla jeneratörler… Onlar vardı. Ama konuşmuyorlardı. Hiçbiri, Eva’nın içini kemiren “neden”lere asla cevap vermiyordu. Sadece işlev görüyorlardı. Makine gibi.
Bölüm II: Derinlikte Tıkırtı
O gün, Eva merkez yaşam alanına bağlı bir ikincil tüneli temizliyordu. On beş yılın birikimi, ince bir toz tabakasıyla her yeri kaplamıştı. Bu mekanik rutin –süpürmek, silmek, düzenlemek– bazen zihnini, sessizliğin uyuşturucu etkisinden koruyan tek şeydi. Düzen takıntısı, çöküşe karşı bir kalkan gibiydi.
Tam elindeki vakum nozulunu bir boru hattının arkasına uzatırken, duydu. Tık.
Küçük, keskin, metalik bir ses. Tünelin akustiğinde çınlayarak büyüdü, kalbinin derinliklerinde bir taşın suya düşmesi gibi genişleyen dalgalar yarattı. Eva dondu. Nefesini tuttu. Kulak kesildi. Sessizlik yeniden egemen oldu. Belki bir gevşeyen cıvata, belki termal genleşme… Ama içgüdüsü başka bir şey olduğunu söylüyordu. El fenerini titreyen elleriyle açtı. Işık hüzmesi, kalın boruların arasındaki bir girintiye düştü.
Orada, karanlığın içinde, iki iri, simsiyah boncuk ona bakıyordu. Işıkta parıldayan gri tüyler, sürekli titreşen incecik bıyıklar, kocaman, neredeyse insani bir merakla dikilmiş kulaklar…
Bir fareydi.
İmkansızdı. ARCA-7, kusursuz bir sterilizasyon protokolüyle inşa edilmişti. Gıda sistemleri otoklavdan geçmiş, tarım modülleri sayısız karantina taramasına tabi tutulmuştu. Bir kemirgenin varlığı, tüm gemiyi tehdit eden bir kusur, bir felaket habercisi olmalıydı. Mantık çığlık atıyordu: Olamaz!
Ama fare oradaydı. Gerçek, canlı, iri siyah gözleriyle Eva’ya bakıyor, minik göğsü soluk alıp verişiyle kabarıp iniyordu. Korku, şaşkınlık ve anlatılmaz bir heyecan Eva’nın boğazını sıktı. Otomatik bir hareketle, cebindeki bir protein bar kırıntısını, yavaşça, korkutmayacak şekilde uzattı.
Fare, bıyıklarını hızla titreştirerek havayı kokladı. Bir an tereddüt etti, minik patileriyle yeri tırmaladı. Sonra, ani bir kararlılıkla ileri atıldı. Eva’nın avucundaki kırıntıyı kaparken, küçük, keskin dişlerinin cama sürtünür gibi çıkardığı hafif sesi duyuldu. Patileri Eva’nın parmaklarına değdi – minik, sıcak, gerçek bir dokunuş.
O anda, on beş yıldır ilk kez, kendi kalbinin atışından başka bir canlının kalp atışını, varlığını yanında hissetmenin şokuyla, Eva’nın boğazından kontrol edilemez bir hıçkırık koptu. Gözleri doldu. Bu küçük, gri yaratık, ölü metal yığınına hayatın mucizevi sıcaklığını getirmişti.
Adını Pip koydu. Bir gemide yaşayan bir fareye yakışan, kısa, sevimli bir isim.
Artık sabahları köprüye yürüyüşü yalnız değildi. Pip, ya omzunda tüneyerek ya da ayaklarının dibinde, gölgeler arasında hızla hareket ederek ona eşlik ediyordu. Eva sensör raporlarını okurken, o, bir borunun üzerinde oturup etrafı seyrediyor ya da minik patileriyle yüzünü yalıyordu. Geceleri, kaptan koltuğuna sarılmış uyurken, Pip’in sıcak, minik bedeni göğsünde yükselip alçalıyor, düzenli, hafif nefes sesi Eva’nın kulağına müzik gibi geliyordu. Bu küçük, soluk alan varlığın ritmi, geminin ölü makine seslerine karşı bir panzehir gibiydi.
Ve tuhaf, mucizevi bir şey oldu: Eva, yeniden soru sormaya başladı. Pip nereden gelmişti? Nasıl hayatta kalmıştı? Başka fareler var mıydı? Bu sorular korkutucu olabilirdi, ama aynı zamanda zihnini, uzun süredir kapalı duran pencerelerini açmaya zorluyordu. Merak, yavaş yavaş uykusundan uyanıyordu.
Bölüm III: Pip’in Getirdikleri
Pip, Eva’nın sabit dünyasına bir keşif heyecanı getirdi. Ama bu keşif, bazen endişe vericiydi çünkü Pip sık sık kayboluyordu. Dev geminin duvarlarının, zeminlerin, tavanların içindeki gizli geçitlerde, boru hatlarının arasındaki boşluklarda kaybolup saatlerce, bazen neredeyse bir gün boyunca geri dönmüyordu. Eva, o küçük bedenin karanlık labirentlerde başına bir şey gelmiş olabileceği korkusuyla tünel ağızlarında bekler, kalbi ağzında atarken, her sesten, her gıcırtıdan ürkerdi.
Sonra, bir gece, Pip geri döndüğünde ağzında bir şey vardı. Tozlu, plastik bir düğme. Eskimiş, kenarı çentikli. Sonraki günlerde, paslı, karmaşık dişlere sahip küçük bir anahtar. Bir hafta sonra, minik, soluk pembe bir plastik bebek ayağı… Bu buluntular, bir arkeolojik kazıdan çıkarılmış gibiydi; geminin unutulmuş, gizli tarihine ait kalıntılar.
Eva, bu nesneleri kaptan köşkündeki geniş masanın bir köşesinde biriktirmeye başladı. Her biri Pip’in bir macerasının kanıtıydı. Küçük fare, Eva’ya sanki bir hazine haritasının parçalarını sunuyordu. Ama bu hazinenin ne olduğu belirsizdi. Pip’in getirdikleri, geminin içinde saklı bir gerçeğe mi işaret ediyordu? Bir cevap mıydı, yoksa daha korkunç bir sorunun habercisi mi? Belki bir cesedin sessiz tanıklarıydı bunlar. Ya da belki de Eva’nın kendi zihninin karanlık kuytularında uyuyan, bastırılmış en derin korkularının somutlaşmış halleri… Masadaki koleksiyon büyüdükçe, Eva’nın içindeki merakla karışık bir tedirginlik de büyüyordu.
Bölüm IV: Sonsuz Labirent
Bir gece, Pip alışılmadık derecede huzursuzdu. Eva’nın omzuna tırmanıyor, yüzünü bıyıklarıyla dürtüyor, sonra bir boru deliğine doğru koşup geri dönüyor, ciyaklıyordu. Sanki onu bir yere çağırıyor gibiydi. Eva, Pip’in getirdiği gizemli nesnelerin kaynağını görmeye karar verdi. Pip’i takip etmek, o küçücük bedenin girdiği daracık deliklere sığmak demekti.
Pip’in girdiği, kargo bölmesinin altındaki bir havalandırma ızgarasını söktü. Tozlu, daracık boşluğa doğru emeklemeye başladı. Metal kenarlar, elbisesini yırtıyor, omuzlarını ve sırtını keskin çiziklerle dolduruyordu. Havadaki toz, nefesini daraltıyor, gözlerini yaşartıyordu. Pip, önde, ara sıra durup arkasına bakarak, Eva’nın geldiğinden emin oluyordu. Dar geçit birkaç metre sonra genişledi. Burası, geminin ana sistemlerine erişim sağlayan, nadiren kullanılan eski bir bakım tüneliydi. Duvarlarda renkli kablo demetleri, kalın borular uzanıyor, yerlerde yağ lekeleri ve eski tamirat izleri vardı.
Tünelin sonunda, paslı menteşeleriyle sallanan, koyu gri bir kapı duruyordu. Kapı, aralık kalmış gibi hafifçe açıktı. İçerisi, dışarıdakinden bile daha tozlu ve bakımsızdı. Eva el fenerini salladı. Toz bulutları ışık huzmesinde dans ediyordu. Görüntü, Eva’nın kanını dondurdu. Burası bir kontrol odasına benziyordu ama terk edilmiş, yağmalanmış gibiydi. Paneller sökülmüş, devre kartları dışarı fırlamış, renkli kablolar yılan gibi sarkıyordu. Yerde, solmuş mürekkepli el yazısıyla doldurulmuş evrak yığınları dağınık halde duruyordu. Ve bir köşede, kalın toz tabakası altında, eski model, sağlam görünümlü bir ses kayıt cihazı.
Eva’nın elleri titreyerek, cihazın üzerindeki tozu sildi. Bir düğme buldu, üzerine bastı. Cihazdan bir tıslama, bir cızırtı sesi yükseldi. Sonra, bozuk, ama tanıdık bir ses duyuldu:
“Bu… bu kapsüller… bizi kurtaramaz. Anlıyor musun? Sistem… kendi kendini idame ettirmek için tasarlandı. Uyuyanların enerjisi… bedenleri… Uyandırma protokolü… bir yanılsama. Hepimiz uykuda kaldıkça… sistem kendini yeniliyor… besleniyor… Ama bir şeyler… ters gitti. Çok ters gitti. Eva… Sen… sen uyandığında… belki de… artık çok geç olacak. Her şey… bozuldu. Kaçış… kaçış yok. Kapsüller… kilitli. Hepsi…” Kayıt, statik bir gürültüyle kesildi.
Eva nefesini tutmuştu. Ses kendi sesiydi! Ama bu sözleri söylediğine, bu yeri bildiğine dair en ufak bir anı yoktu zihninde. Titreyen parmağıyla tekrar oynattı düğmeyi. Başka bir kayıt:
“…rapor etmeye çalıştık. Ana sisteme. Dünya’ya. Bize asla inanmayacaklar. Kaçış kapsülleri… sadece bir illüzyon. Bir yatıştırma aracı. Hepsi kilitli. Programlanmış… açılmamaları için. Uyandırılan… tek kişi sensin, Eva. Sistem seni… bakıcı olarak seçti. Diğerlerinin… durumu… bilmiyorum. Belki… hala oradalar. Belki… başka bir şeye dönüştüler. Dikkatli ol. Sistem… seni izliyor. Her yerd…” Kayıt burada koptu.
Eva, kayıt cihazını düşürmeden geri çekildi, sırtını soğuk, tozlu duvara dayadı. Gözleri kocaman açılmış, kalbi göğsünde çekiç gibi çarpıyordu. Pip, paniğini hissederek omzuna tırmandı, minik burnuyla yanağını dürtüyordu. Ama Eva onu hissetmiyordu. Zihni, duyduğu korkunç gerçekle parçalanıyordu. Yalnızlığı bir kaza, bir arıza değildi. Bir tasarımın parçasıydı. Belki bir deney. Belki bir ceza. Ya da insanın kendi korkusu ve teknolojisiyle kendine kurduğu mükemmel bir hapishane. ARCA-7, sonsuza dek sürecek bir mezardı. Ve o, bekçisiydi.
Bölüm V: Fareler Hep Kaçar
Pip, Eva’nın donmuş yanağını minik, ıslak diliyle yaladı. Bu sıcak, canlı dokunuş, onu katı gerçekliğe geri çekti. Pip oradaydı. Gerçekti. On beş yılın sessiz kabusunu delen ilk yaşam belirtisi oydu. Eva, Pip’in başını minik kafatasının kıvrımlarına, yumuşak tüylerine dikkatlice dokunarak okşadı.
Sonra, el fenerini tekrar yakarak daha dikkatli baktığı odaya, duvarlara, boruların dibine. Gördüğü şey, içinde yeni bir duygu filizlendirdi: Minik, kemirilmiş delikler. Bir değil, birkaç değil, birçok. Tüneller, köşeler, karanlık köşelerde… Pip yalnız değildi. ARCA-7’nin metal gövdelerinde, insanlardan geriye kalan tek gerçek “hayat” belki de bu farelerdi. Belki de onlar, bu sonsuz demir tabutta mahsur kalan insanlığın son kırıntıları, son direnişçileriydi. Bir şekilde, sistemin kusursuz planına sızmış, bu ölü geminin damarlarında dolaşan küçük, gri kan hücreleri…
Köprüye döndüğünde, kaçış kapsülü paneli hala aynı mesajı veriyordu: “24 KAPSÜL: TAMAM. KULLANIM: SIFIR. KAYIT: SIFIR.” Ama Eva artık biliyordu. Yeşil ışık bir yalandı. Kaçış yoktu. Hiçbir yere kaçış yoktu. Kapsüller birer tuzaktı.
Tek gerçek olan Pip’ti. Ve Pip’in açtığı, açmaya devam ettiği o minik deliklerden sızan umut… Belki bir gün, o küçük dişler ve durmak bilmeyen kemirme arzusu, ARCA-7’nin kalbini tamamen kemirip yok edecek, bu hapishaneyi parçalayacaktı. Belki de Eva, Pip’le birlikte, bu sonsuz labirentin gerçek sonunu –ne olursa olsun– görecekti.
Ama şimdilik, kucağında küçük, sıcak bir fare vardı. Ve o farenin minik, hızlı çarpan kalbi, Eva’nın suskun, yalnızlıkla taşlaşmış kalbine, unutulmuş bir ritmi, yaşamın temel vuruşunu geri veriyordu. Pip’in nefes alışı, Eva’nın nefes alışıyla uyumlanıyordu. Karanlıkta, sessizlikte, iki kalp atışı: Bir insanın ve bir farenin. Sonsuzda, direnen bir hayatın müziği.
Bölüm VI: Kemirilen Zincirler
Kayıt cihazının yankıları, Eva’nın zihninde bir fırtına koparmıştı. ARCA-7 bir tabuttu, evet. Kaçış kapsülleri birer aldatmacaydı. Ama Pip’in minik dişleri, o paslı anahtarı, o plastik bebek ayağını bulmuştu. Bir şeyler kemirilebilirdi.
Eva, Pip’in getirdiği objeleri masaya yaydı. Tozlu düğme, paslı anahtar, plastik ayak, bir parça renkli kablo, eski bir kimlik yongasının kırığı… Anlamsız bir yığın gibi görünüyorlardı. Ama Pip, heyecanla masanın üzerinde koşuşturuyor, objeleri burnuyla itip belirli bir düzene sokmaya çalışıyordu. Eva dikkatle izledi. Fare, anahtarı plastik ayağın yanına, düğmeyi kimlik kırığının üzerine, kabloyu hepsini birleştirecek şekilde yerleştirdi. Eva aniden fark etti: Bu, geminin merkezi bakım şemasındaki bir vana kombinasyonunun basitleştirilmiş haliydi! Pip sadece hazine toplamıyordu; bir talimat veriyordu.
Bölüm VII: Minik Dişler, Büyük Sırlar
Pip’i takip etmek artık bir seçim değil, bir zorunluluktu. Eva, Pip’in gösterdiği bakım tünellerine daldı. Bu sefer daha hazırlıklıydı. Pip, bir boru çıkıntısının arkasında, neredeyse görünmez bir paneli işaret etti. Panelin kenarları minik diş izleriyle doluydu. Eva, Pip’in getirdiği paslı anahtarı denedi. Mükemmel uydu! Panel içeri girdi, ardında dar bir geçit açıldı.
İçerisi, Eva’nın daha önce gördüğü her şeyden farklıydı. Burası geminin “iskeletiydi” – ana yapısal kirişlerin, enerji omurgasının ve acil durum manuel kaçış mekanizmasının bulunduğu yasak bölge. Sistem, burayı unutturmak için tasarlanmıştı. Panellerde elle çizilmiş şemalar, karmaşık denklemler ve tekrarlayan bir uyarı vardı: “Sistem Yalan Söyler. Omurga Kırılınca Özgürlük Gelir.” Başka bir el yazısı, daha taze mürekkeple ekleme yapmıştı: “Fareler Doğru Yeri Biliyor. Güven.”
Bölüm VIII: Kalbin Son Atışı, Yeni Bir Başlangıç
Plan berraktı ama imkansızdı: Geminin enerji omurgasını zayıflatmak. Bu, ARCA-7’yi öldürecek, ama Eva’yı da özgürleştirecekti. Sistem, buraya her müdahaleyi tespit edip engelleyecek şekilde programlanmıştı. Ama minik müdahaleleri değil…
Eva, Pip’in getirdiği plastik bebek ayağını ve düğmeyi, şemada işaretlenmiş kritik bir kavşak noktasına yerleştirdi. Burası, enerji akışını kontrol eden bir düğüm noktasıydı. Sonra, Pip’in kulağına fısıldadı: “Şimdi sıra sende, küçük kahraman. Arkadaşlarını çağır.”
Pip, keskin bir ciyaklama sesi çıkardı. Ses, metal duvarlarda yankılandı. Bir anlık sessizlikten sonra, duvarların içinden, tavanlardan, zemin altından minik tıkırtılar, ciyaklamalar yükselmeye başladı. Sayısız gri gölge, borulardan, deliklerden süzülerek kavşak noktasına akın etti. Yüzlerce fare! Pip’in kolonisi. Hepsi, plastik objelerin etrafında toplandı. Ve kemirmeye başladılar.
Minik dişler, izolasyon malzemesine, plastik kaplamalara, hatta belirli noktalardaki ince metal kablolara saldırdı. Bir senfoniyi andıran kemirme sesi doldu ortalığı. Sistem alarmları ötmeye başladı ama geç kalmıştı. Fareler, Eva’nın asla ulaşamayacağı, gözden ırak noktalara zarar vermişti bile. Kritik kavşak aşırı ısınmaya başladı. Kıvılcımlar saçıldı.
Bölüm IX: Yıldızların Altında Yeni Bir Şafak
Eva, Pip’i göğsüne bastırarak tek bir kaçış kapsülüne koştu – en yakın, en dıştaki olanı. Artık paneldeki “KİLİTLİ” ışığı titreyerek sönmüştü. Sistem çöküyordu. Kapsül kapağı, Eva’nın el temasıyla açıldı. İçeri atladı, Pip’i kucağına aldı. Kapak kapandı. Acil fırlatma düğmesine bastı. Sarsıntılı bir gürültü, ardından muazzam bir basınç…
Sonra… sessizlik. Gerçek bir sessizlik değil, uzay boşluğunun dingin kozmik uğultusu. ARCA-7, arkalarında ölü bir dev gibi, elektrik şeritleri içinde kıvranırken uzaklaşıyordu. Kapsülün penceresinden, Eva gözyaşları içinde gülümsedi. Pip, heyecanla camdan dışarıdaki yıldızlara bakıyor, bıyıklarını titretiyordu.
Kapsülün navigasyon ekranı titreyerek açıldı. Yakınlarda, mavi-yeşil bir gezegen belirmişti. Yaşanabilir atmosfer okumaları. Bitki örtüsü. Su. “Hedef: Gaia-II. Varış: 72 Saat.”
Eva, Pip’i kaldırıp minik, siyah gözlerinin içine baktı. “Bak Pip,” dedi, sesi hıçkırıklarla titreyerek, “İşte ev. Ağaçların, gökyüzünün, taze yiyeceklerin olduğu yer. Senin için sonsuz tüneller olacak. Özgür olacağız.”
Yolculuk boyunca Eva, Pip’le birlikte kapsülün penceresinden giderek büyüyen Gaia-II’yi izledi. Bulutların dansını, kıtaların yeşil dokusunu, okyanusların mavi parıltısını gördüler. Pip, Eva’nın kucağında mırıldanıyor, minik patileriyle cama dokunuyordu.
Kapsül, Gaia-II’nin atmosferine dalarken, turkuaz bir gökyüzü ve yemyeşil bir vadi panoraması açıldı önlerinde. Eva, Pip’i sıkıca tuttu. “Hazır mısın, küçük kâşif?” diye fısıldadı. Pip, coşkulu bir ciyaklama ile cevap verdi.
Kapak açıldı. Ilık, taze, toprak ve bitki kokulu bir rüzgar yüzlerini okşadı. Güneş, uzun yıllar sonra ilk kez tenlerini ısıttı. Eva, yumuşak çimene ayak bastı. Pip, heyecanla kucağından atladı, çimenlerde bir an şaşkınlıkla durdu, sonra minik patileriyle yeni dünyayı keşfetmeye koştu. Bir kelebeğin peşinden çılgınca zıpladığını gördü Eva.
Arkalarında, kurtulmuş kapsül duruyordu. Önlerinde ise uçsuz bucaksız bir vadi, ırmaklar, ormanlar ve özgürlük uzanıyordu. Eva, gözyaşlarını silerek derin bir nefes aldı. Pip, bir çiçeği koklayıp ona doğru koşarak geldi, paçasına tırmandı, omzuna çıktı. Minik kalbinin hızlı atışını hissediyordu.
Eva, ufka, yeni hayatına baktı. Pip’in sıcaklığı omzundaydı. Artık yalnız değildi. Sonsuzlukta bir fare ona evi göstermişti. Ve şimdi, yıldızların altında, gerçek bir şafağa uyanıyorlardı. Birlikte.
Oğuzhan ÖCAL
Tüm Hakları Saklıdır.
Bu haber 65 kez okundu.
-
Bir gemi kalktı içimden
-
can ağrısı
-
Alan Adı Gizliliği
-
Sonsuzda Bir Fare
-
BBS (Bulletin Board System)
-
Kardiyomiyopati
YORUM BIRAK
YORUMLAR
-
BBS (Bulletin Board System)
BBS’LER: Bir Çağın Sessiz Kahramanları Bir zamanlar, telefon hatlarının cızırtılı melodileri arasında; modemler geceleri odaları aydınlatan yeşil fosfor ekranların yankısında şarkı söylerdi. İşte o şarkının [...] -
Sonsuzda Bir Fare
YILDIZLARIN ARASINDA BİR FARE Bölüm I: Uyandıran Sessizlik Soğuk, kemiklerinin derinliklerine kadar işlemişti. Eva, uyku kapsülünün sert, metal kabuğundan kendini dışarı çekerken, teninde derin bir [...] -
Alan Adı Gizliliği
Alan Adı Gizliliği: Çevrimiçi Güvenliğiniz İçin Neden Vazgeçilmez? 13 Temmuz 2025 – İnternet çağında, kişisel verilerin korunması her zamankinden daha kritik hale geldi. Web sitesi [...] -
can ağrısı
Bu gün de benim can ağrısı tesir etti koluma… Belki bir yük bu; babadan miras, atadan yadigâr, Belki de yaşadıklarımızın göğüs kafesine gizlenen Ve her [...] -
Bir gemi kalktı içimden
https://youtu.be/BIg0TdYbtbY?si=dvtnCzVKdANrFojY Senden kalan bir puslu liman şimdi içimde Rüzgârı yok, martısı yok, dalgalar bile sessiz Sen gittin, yıldızlar söndü gözlerimde Bir gemi kalktı içimden, bayrağı [...]
