Site icon oguzhanocal.com.tr

Unutma Sanatı (Bölüm 1)

Unutma Sanatı

İsimsiz bir şehirde, isimsiz bir adamdı. Neresi olduğunu bilmiyordu, hangi şehirde, hangi zamanda olduğunu da. Zaman, onun için saatin tik taklarından ibaret değil, içki bardağının dibinde eriyen buzların ölçüsüzdü. Artık bunun bir önemi de kalmamıştı. Tek bildiği, havanın ağır, nemli ve yapışkan bir şekilde tenine yapıştığı ve aylardan Ağustos olduğuydu. Şehrin tüm nefesini tuttuğu, yaprakların bile kıpırtısız, toz içinde uyukladığı o bunaltıcı mevsim.

Uzun zamandır buradaydı; nasıl geldiğini hatırlamadığı, eşyalarının birkaç çantadan ibaret olduğu basit bir evi, kimseyle derin sohbetler etmediği, adeta bir gölge gibi girip çıktığı sıradan bir işi vardı. Asıl hayatı, güneş battıktan sonra, şehrin kuytu, nemli kokulu, köhne barlarında başlardı. Çünkü orada, loş ışığın ve dumanın perdelediği o alemde, kimse onu tanımaz, kimse sormaz, kimse “Nereden geliyorsun?” diye rahatsız etmezdi. Bir istiridyenin kum tanesini inciye dönüştürmesi gibi, o da yalnızlığını bu karanlık köşelerde özenle örtbas edip, kendi kabuğuna çekilirdi.

Ama bir bar vardı ki, orası artık onun fark edilmez sığınağı, meçhul mabedi olmuştu. Diğerlerinden farksız görünse de, Barmen de, garsonlar da onu tanıyor, sessiz bir anlaşmayla kabul etmişlerdi onu. Ne zaman geleceği, hangi masanın en kuytu köşesine ilişeceği belliydi. Onun masası, o gelmeden, silinmiş, temizlenmiş; tek içkisi ve yanında gelen tek mezesi, bir ritüelin parçası gibi çoktan masanın üzerine bırakılırdı. Gelen yeni çalışanlara bile, usulden, alçak bir sesle uyarı yapılırdı:

“O masaya dokunma. Rahatsız etmeyin. O, bildiğiniz müşteriler gibi değil. Soru sorma, laf atma. Buraya sadece içmek ve unutmak için gelir.”

O da her defasında, aynı köşede, sırtı duvara dönük, kapıya hakim bir şekilde oturur, sessizce, tekdüze bir ısrarla içkisini yudumlardı. Bakışları, bardağın içindeki eriyen buzların ardında, belirsiz bir noktaya takılıp kalırdı. Ne bir göz temasına girer, ne bir selamlaşmaya, ne de etraftaki yeni yüzlere, kahkahalara, ağlamalara en ufak bir ilgi gösterirdi. Onun varlığı, bir hayaletten farksızdı; hissedilir ama dokunulmazdı.

Zaten kim olduğunu, nereden geldiğini, kaç yaşında olduğunu ya da kalbinde ne gibi yaralar taşıdığını kimse bilmiyordu. Belki de bu, onun istediği tek ve son şeydi: Kimsenin onu bilmemesi. Kimsenin geçmişinin ağır yükünü taşımaması. İsminin dahi bir anlamının kalmadığı, sadece “o” olabildiği bir sisler ülkesinde, kendi kendinin bile yabancısı olarak yaşayıp gitmek. Ve Ağustos sıcağında, bir barın köşesinde, bir bardak soğuk içkinin buğusunda, her şeyi unutmaya çalışmak.

Yine aynı rutin bir geceydi. Havanın ağırlığı omuzlarında, geçmişin gölgesi ise adımlarının ardından sürüklenerek geldi. Kapıyı itti, barın o bildik, küflü havası yüzüne çarptı. İçerideki sigara dumanı, loş ışığın içinde dans eden minik toz zerrecikleriyle karışıyor, her şeyi bulanık ve gerçek dışı bir hale getiriyordu. Hiç kimseye bakmadan, selam vermeden, doğrudan kendi köşesine, o kuytu masaya doğru ilerledi. Ayak sesleri, eski tahta döşemede yankılanmıyor bileydi; bir hayalet gibi, kayarak gidiyordu.

Tam oturacaktı ki, genç, taze bir yüz, henüz işin inceliklerini öğrenememiş bir garson kız, barın öteki ucundan sert bir sesle bağırdı:

“Heey! Oraya oturamazsın! Rezervasyonlu orası! Başka yere otur!”

Bir an duraksadı. Yüzünde herhangi bir ifade belirmedi. İçinde hafif bir sarsıntı, rutininin bozulmasından duyduğu minik bir rahatsızlık oldu belki, ama belli etmedi. Sessizce doğruldu. Başını hafifçe eğdi.

“Peki,” dedi yumuşak, neredeyse fısıldar gibi bir sesle. “Özür dilerim. Bilmiyordum.”

Gözleri, barı taramaya başladı. Kalabalığın gürültüsünden, kahkahalardan uzak, kimsenin gözünün olmadığı bir yer aradı. Nihayet, daha da derinlerde, neredeyse depo kapısının yanındaki bir köşede, boş ve üzeri henüz toplanmamış bir masa gördü. Oraya doğru yöneldi. Adımları ağırdı, her adımda biraz daha içine çekiliyor gibiydi.

O esnada, barın sahibi Dimitri, olan biteni fark etti. İri yarı, geniş omuzlu, yüzü hayatın ağırlığıyla kırışmış ama gözleri hâlâ sıcaklığını koruyan bir adamdı. Hızla yaklaştı.

“Abi, ne oldu? Neden masana oturmuyorsun?” diye sordu, sesinde içten bir endişe vardı.

O, Dimitri’ye baktı. Gözlerinde bir suçluluk yoktu, sadece bir kabullenmişlik.

“Orada herhalde başka biri vardır bugün,” dedi sakin bir tonla. “Yeni kız, öyle söyledi. Sorun değil.”

Dimitri’nin yüzü öfkeyle kızardı. Anında arkasını dönüp barın diğer tarafına, garsonların toplandığı yere seslendi.

“Vika! Buraya gel!”

Genç garson, Dimitri’nin sert tonundan ürkmüş, endişeli adımlarla yanlarına geldi. Dimitri ağzını açacaktı ki, o, sakin bir el hareketiyle onu durdurdu. Dimitri’ye değil, şaşkın ve korkmuş gözlerle kendisine bakan garson kıza döndü.

“Özür dilerim,” diye başladı yine o yumuşak, yorgun sesiyle. “İsminiz neydi? Hatırlayamadım.”

Kız, biraz afallamış, kekeledi: “V-Vika.

“Vika,” diye tekrarladı, ismi ağzında hissederek. “Özür dilerim Vika. Beni başka hayal ettin değil mi? O genelde olur. O koltuk… orası hep benimdir de, kimse gelmez. Sen yeniymişsin, bilemezsin. Merak etme, kızmadım, darılmadım sana.” Sonra küçük bir gülümsemeyle, neredeyse görünmez bir tebessümle ekledi: “Sen de bana kızma, darılma. Tamam mı?”

Dimitri’nin öfkesi, bu sakin ve anlayışlı sözler karşısında bir balon gibi söndü. Vika ise önce bir şaşkınlık, sonra da derin bir mahcubiyet yaşadı. Mırıldandı: “Tamam… özür dilerim yeniden.”

O, başıyla onu onayladı, sonra da usulca o en kuytu köşedeki yeni masasına doğru ilerledi. Dimitri, Vika’ya dönüp alçak sesle, “O masayı hemen temizle, içkisini götür. Ve bir daha asla…” diye tembihledi. Ama adam, artık duymuyordu. Yeni yerine oturmuş, bardağın içindeki buzların yavaş yavaş erimesini izliyor, yeni rutinine alışmaya çalışıyordu. Dünya yine aynı dönüyordu, sadece masası biraz daha karanlık bir köşeye kaymıştı. O kadar.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, barın içindeki gürültü, yerini ağır ve boğuk bir sessizliğe bırakmıştı. Kalabalık dağılmış, geriye sadece gecenin en inatçı sakinleri kalmıştı. Bir köşede, makyajları azıcık dağılmış, gözlerinin altındaki yorgunluk halkalarını gizleyemeyen birkaç kadın oturuyordu. Kendine bu saatte bir erkek arkadaş, daha doğrusu bir müşteri bulamamışlardı. Onları izlerken, içinden geçirdi: Herkes bu dünyada hürdü ama kim isteyerek, gönül rızasıyla ‘hayat kadını’ olmak isterdi ki? Belki bir iki kişi çıkar dünyadan, ama geri kalanlar… Adından da belliydi zaten işte: HAYAT. Hayatın kendisi onları o yola sürmüştü, başka seçenek bırakmadan.

İçkisinin dibindeki eriyen buzları karıştırdı. Sonra, başını hafifçe kaldırıp, barın diğer ucunda temizlikle meşgul olan Dimitri’ye baktı. Göz göze geldiler. Dimitri’nin kaşları, “Bir şey mi var?” der gibi hafifçe kalktı.

O, elini usulca kaldırdı. İşaret parmağıyla, neredeyse görünmeyecek kadar hafif, havaya bir daire çizdi. Bu, onların arasındaki sessiz anlaşmadaydı. Dimitri anlamıştı. Hafifçe başını sallayarak onayladı ve hemen döndü, DJ’nin olduğu küçük köşeye doğru ilerledi. DJ’ye, parmağıyla aynı daire işaretini çizdi ve sonra da adamın olduğu masayı hafifçe işaret etti.

Birkaç saniye sonra, barın hoparlörlerinden, eski, tozlu bir caz plak kaydının çatırdayan sesi yayılmaya başladı. Sakin, hüzünlü bir saksafon melodisi. Tıpkı onun gibi, kayıp, yorgun ve bir o kadar da derin.

Adam, gözlerini kapadı. Başı hafifçe geriye yaslandı. Müziğin, içindeki boşlukta yankılanmasına izin verdi. Dimitri, bir yenisini getirip masaya bıraktı, ama o, buna bile tepki vermedi. Sadece, o anı, o müziği, o ağır yalnızlığı içinde hissediyordu. Dışarıda, Ağustos gecesinin sıcaklığı devam ediyordu, ama burada, içerde, zaman donmuş gibiydi.

Bir anda barın kapısı şiddetle itildi. İçeri, nefes nefese, gözleri korkudan büyümüş iki kız girdi. Birinin sırtında, baygın ve kanlar içinde bir başka kız vardı. Kan, taşıyan kızın beyaz bluzuna bulaşmış, koyu kırmızı lekeler oluşturmuştu. Barın loş ışığında bile durumun vahameti hemen belli oluyordu.

O, bir anda ayağa fırladı. Rutinini, içkiyi, yalnızlığı, her şeyi unuttu. Yüzündeki o donuk ifade yerini ani bir odaklanmaya bıraktı. Hızla yanlarına gidip, baygın kızı nazikçe ama kararlı bir şekilde diğer kızın sırtından aldı. Ağırlığını kendi omuzlarına yükledi.

“Buraya,” diye mırıldandı, sesi artık yorgun değil, nettir. En yakındaki masaya, kanın çok da önemsiz olmadığı bir yere, kızı sırtüstü yatırdı.

Dimitri panik içinde yaklaştı. “İlk yardım çantam var! Getirin!” diye bağırdı arkasına dönerek. Bir garson, küçük, yeşil bir çantayı hemen getirdi. İçindekiler masanın bir köşesine boşaltıldı: sargı bezleri, antiseptik, makas, birkaç basit malzeme…

Dimitri, adama baktı, gözleri soru doluydu. “Abi, anlar mısın sen? Bir şey yapabilir misin?”

Adam, etrafa kan yayılmış olmasına rağmen sakinliğini koruyordu. Hızlı ve becerikli hareketlerle kızın yarasını -karnının üst kısmındaki bıçak kesiğini- inceledi. Hafif, acı bir gülümseme belirdi dudaklarında.

“Evet,” dedi, sesi artık mesleki bir soğukkanlılıkla doluydu. “Ben doktorum. O yüzden biraz anlarım.”

Dikkatle muayene etmeye devam etti. “Bıçak yarası… Derin değil, şanslı. Önemli bir damara ya da organa isabet etmemiş gibi duruyor. Kanama aktif ama kontrol edilebilir. Şimdi dikerim ama,” diye çantayı şöyle bir gözden geçirdi, “sende dikiş malzemesi yok. Sadece kanamayı durdurup, temizleyip, sıkıca sararım. İyi olacak. Sonrasında eve götürelim, olmazsa hastaneye götürürüz.”

Hızla çalışmaya başladı. Elleri hiç titremiyordu. Antiseptiği döktü, baskı uyguladı, temiz gazlı bezlerle kanamayı durdurmaya çalıştı. Tüm bu olup bitenler sırasında, baygın kızı getiren diğer iki kıza dönüp bir şeyler söylemek istedi.

Ama arkasını döndüğünde, onların çoktan kaybolmuş olduğunu gördü. Kapı hafifçe sallanıyordu. Terk etmişlerdi. Sebebini sorgulamaya zaman yoktu.

Dimitri, adamın yanındaydı. “Kahrolası hayat!” diye mırıldandı. Sonra, “Yardım et abi, arabama taşıyalım. Benimkine. Arkasını yatırırız. Hastaneye götürelim, en iyisi bu. Burada yapabileceğimiz bu kadar.”

Adam, başıyla onayladı. Kanamayı geçici olarak kontrol altına almıştı. Dimitri, kızın ayaklarından tuttu. O, kollarından ve başını destekleyerek. Nazikçe, ama hızlı bir şekilde onu kaldırdılar. Kan, adamın gömleğine de bulaşmıştı, ama umursamıyordu.

Barı terk ederken, arkalarında kanlı bir masa ve yarım kalmış bir hayat hikayesi bıraktılar. Dışarıdaki Ağustos sıcağı, yüzlerine vurdu. Yalnız adam, bir an için kendi kabuğundan çıkmış, geçmişindeki rolüne geri dönmüştü. Ve şimdi, bilinmeyen bir kızı, bilinmeyen bir hastaneye doğru götürüyordu. Rutin, bu gece kesinlikle bozulmuştu.

Exit mobile version