41,1031$% 0,53
47,8338€% 0,59
55,4499£% 0,62
4.476,39%-0,03
7.296,00%-0,04
29.093,00%-0,04
Unutma Sanatı (Bölüm IV)
Bu arada, Anya’nın serumu yavaş yavaş bitmek üzereydi. Orhan, damlaları kontrol edip son damlalar da boşalınca, dikkatle ve ustalıkla damar yolundaki iğneyi çıkardı. Küçük bir pamukla baskı uygulayıp bantladı.
“Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu, sesi her zamanki gibi sakin ve ölçülü.
Anya, yatağında doğrulmaya çalıştı. “İyiyim,” dedi, “ama biraz başım dönüyor.” Yüzü hâlâ solgun, ama gözlerinde biraz daha canlılık vardı.
“Gel, koluma gir,” diye önerdi Orhan. “Mutfakta kahvaltı hazır. Yemek yemelisin.”
Anya, etrafa şaşkın şaşkın baktı. “Nereye?”
Orhan, onun yürümekte ne kadar zorlanacağını anlamıştı. Hiç tereddüt etmeden, eğilip onu tekrar kucağına aldı. Anya, bu ani hareket karşısında hafifçe irkildi, bir çığlık atmamak için dudaklarını ısırdı.
Orhan onu taşırken, aslında zorlanmıyordu. Bu narin kızın ağırlığı değildi onu zorlayan. Onu zorlayan, saçlarından yayılan ve burnuna kadar işleyen o tanıdık, anlam yüklü Koku’ydu. O koku, geçmişinden bir kapı aralıyor, içinde derin ve sert bir sarsıntı yaratıyordu. Bu yakınlık, unutmaya çalıştığı tüm duyguları su yüzüne çıkarıyordu.
Mutfak masasına kadar getirdi, onu sandalyeye özenle oturttu. Kendi içindeki dalgalanmayı belli etmemeye çalışarak, “Kendin yiyebilir misin?” diye sordu.
Anya, bu soruya küçük bir gururla cevap verdi. Başını hafifçe dikleştirerek, “Çocuk değilim ben,” dedi. “Yetişkin bir kadınım.”
Orhan, bu cevap karşısında istemeden dudaklarının kenarlarında hafif bir gülümseme belirdi. Onun bu küçük direnişi, içindeki koruyucu içgüdüyü hafifçe kamçıladı. “Tabii ki öylesin,” diyerek onayladı.
Karşısındaki sandalyeye oturdu ve kendi tabağına uzanarak onunla birlikte kahvaltı etmeye başladı. Sessiz bir mutfak, iki yabancı ve aralarında gerilimle karışık, henüz adlandırılamayan yeni bir bağın ilk iplikleri…
Nekahet dönemi tam bir ay sürmüştü. Bu süre zarfında Orhan, Anya’nın tüm ihtiyaçlarını titizlikle karşılamış, pansumanlarını düzenli olarak değiştirmiş, ilaçlarını zamanında içirmiş ve onun yavaş yavaş güç toplamasını sağlamıştı. Anya’nın kişisel temizliği gerektiğinde ise, her zaman olduğu gibi Anna’dan yardım istemişti.
Anna, her geldiğinde Orhan’ın evini dikkatle süzmekten kendini alamıyordu. Evdeki eşyaların tezatlığı dikkat çekiciydi: Bir köşede son model, dev ekranlı lüks bir televizyon, hemen yanında ise antika, taş plaklar çalan eski bir pikapla mükemmel bir uyum içindeydi. Kütüphanesi tıp ağırlıklı olmakla birlikte, felsefe, tarih ve hatta birkaç şiir kitabı da barındırıyordu. Anna, bir keresinde, ciltleri oldukça yıpranmış birkaç tıp kitabının ciltlerinde Orhan’ın ismini bile görmüş, şaşkınlıkla birkaç kez okuduğuna emin olmak için sayfaları karıştırmıştı.
Bu bir aylık süre boyunca Orhan, fazla dışarı çıkmamıştı ancak Anya onun her gece evde olduğunu sanmıyordu. Uyuduğunu zannettiği bazı geceler, sessizce evden ayrılıp sabahın ilk ışıklarıyla geri dönüyordu. Üstüne değiştirdiği kıyafetlerden sonra bile, çok hafif de olsa, Anya’nın burnuna tanıdık bir koku geliyordu: Viski ve sigara… İçinde, onun bir kadına gittiğine dair bir his ve bu düşünceden rahatsız olan bir kıskançlık uyanmıştı. O da bir erkek, diye düşünüyordu, elbette onun da belli ihtiyaçları olacaktı.
Bu hissi bir gün Anna’ya açtığında, Anna kahkahalarla gülmüştü.
“Yok be, o mu? Bir kadına mı?” diye gülümsedi, gözleri ışıldayarak. “O, Dimitri’nin yerine gidiyor. İçip geliyor. Zaten eve geldiğinde hemen duş aldığını fark etmemiş miydin? Kokuyu bastırmak için.”
Anya şaşkınlıkla, “Ama evde bir tane bile içki yok,” diye itiraz etti.
“Biliyorum,” dedi Anna, bilmiş bir ifadeyle. “Evinde kesinlikle içmez. Sadece orada, Dimitri’nin barında, birkaç kadeh viski… Hatta,” diye alçak sesle ekledi, “o viskileri bile kendisi alıp Dimitri’ye verdiğini biliyorum. Dimitri’nin o kalitede içki alacak parası yok zaten. Orada o viskileri kim alsın?”
Anya, bu bilgiyi sindirmeye çalıştı. Orhan, gerçekten de ilginç, çözülmesi zor bir adamdı. Geceleri bir kadına değil, bir bara, yalnızlığını ve geçmişinin hayaletlerini viskiyle bastırmaya gidiyordu. Bu, onu rahatlatan bir bilgiydi, ama aynı zamanda içinde derin bir hüzün de uyandırdı. Bu kadar iyi bir insan, neden bu kadar yalnız olmak zorundaydı?
Akşamın loş ışığı, Orhan’ın çalışma odasının ağır kadife perdelerinden süzülerek, kitaplarla dolu rafların ve eski mobilyaların üzerine düşüyordu. Oda, deri ciltli kitapların, eski bir pikapla üzerine istiflenmiş taş plakların ve hafif tozlu bir havayla karışık keskin bir kahve kokusunun ağır bastığı, zamandan izole olmuş bir sığınak gibiydi.
Anya, bir aydır ilk kez bu özel alana adım atıyordu. Gözleri, odayı süzerek en ince ayrıntıları yakalamaya çalıştı. Duvarın bir köşesinde, gümüş bir çerçeve içinde asılı duran bir portre dikkatini çekti. Portrede, tahmini yirmili yaşlarında, buğday sarısı saçları omuzlarına dökülen, çivit mavisi gözleriyle ışık saçan bir kadın vardı. Üzerindeki dantelli beyaz elbise, ona adeta meleksi bir hava katıyordu. Orhan’ın masasında ise aynı kadın, bu sefer yanında çok daha genç, gülümseyen ve gözlerinde henüz hayatın ağırlığı bulunmayan bir Orhan ve kucağında gülen, minik bir oğlan çocuğu ile poz veriyordu. Fotoğraf, donmuş bir mutluluk anını sonsuzlaştırmış gibiydi. Anya iç geçirdi: Demek evliymiş… Ailesi neredeydi şimdi?
“Otur,” dedi Orhan, sesi odanın sessizliğinde yankılanarak. İnce porselen fincanlardan birini Anya’ya doğru itti. Kendi fincanından yükselen buhar, keskin ve cezbedici bir koku yayıyordu.
Anya fincanı eline aldı, hafifçe kokladı. Burnuna, alışılagelmiş kahvelerden farklı, çiçeksi ve narenciye notalarıyla bezeli egzotik bir aroma geldi.
“Değişik bir kokusu var,” diye mırıldandı, fincana hayranlıkla bakarak.
Orhan, arkasına yaslandı. Yüzünde nadir görülen sakin bir ifade vardı. “Ethiopia Yirgacheffe,” diye açıkladı. “Etiyopya’dan bir dostum gönderdi. Yüksek rakımın, güneşin ve o toprağın hediyesi.”
Anya dikkatle bir yudum aldı. Damakta bıraktığı karmaşık ve ferahlatıcı hissi tarif etmeye çalışır gibiydi. “Sanki… sanki…”
Orhan, hafifçe gülümseyerek onun cümlesini tamamladı. “Limon, yasemin, çiçeksi tonlar. Damakta ferah, canlı ve narenciye gibi bir asidite bırakır. Karakteristiğidir.”
“Evet!” diye onayladı Anya, şaşkınlıkla. “Aynen öyle.”
“Sen anlıyorsun kahveden,” dedi Orhan, sesinde küçük bir takdir belirtisiyle.
“Annem de çok iyi kahve yapar da” diye cevap verdi Anya, içinde hafif bir buruklukla, “onu kimse tanımıyor.”
Orhan’ın yüzündeki ifade değişti. Gözleri masanın üzerindeki fotoğrafa kaydı ve o an, yılların yükünü taşıyan bir hüzünle doldu. “Eşim Elena… O tanınmış bir Baristaydı. ‘Kofevar’ derlerdi ona bu işin ustaları.”
Anya, “Onun da tanınmış olanları mı oluyor?” diye safça sordu.
Orhan, bu soruya acı ve nostalji karışımı bir gülümsemeyle karşılık verdi. Sonra aniden sustu. Odanın sessizliği, ağırlaştı. Cevap vermek için uzunca bir süre boşluğa baktı. Nihayet, zorlanarak kelimeleri döküldü:
“O salgında… onları da kaybettim.” Gözlerinden, artık kontrol edemediği bir yaş süzüldü ve solgun yanağında bir ıslak iz bırakarak aşağı aktı.
Anya, o incinen, kırık adamı görünce yüreği sızladı. İçgüdüsel bir hareketle yerinden fırladı, “Çok üzüldüm,” diyerek Orhan’a sarıldı. Ona dokunduğu an, Orhan’ın bedeni bir elektrik çarpmışçasına gerginleşti. Anya’nın saçlarından yayılan o tanıdık, çiçeksi parfüm kokusu, burnuna, kalbine, en savunmasız anılarına kadar işledi. Bu koku, kaybettiği her şeyi hatırlatan keskin bir hançerdi.
Yavaşça, ama kararlı bir şekilde onu kendinden uzaklaştırdı. Gözlerini silerek, yüz ifadesini toparlamaya çalıştı. O anda, yumuşak ve kırık adam gitmiş, yerine çelik gibi sert, odaklanmış ve tehlikeli bir bakış gelmişti.
“Tamam,” dedi, sesi artık bir hekim titizliğiyle net ve sorgulayıcıydı. Tüm duyguları bir kenara itmişti. “Dinle beni şimdi. Seni kim bıçakladı?”
Anya, bu ani dönüşüm karşısında irkildi, bir adım geri çekildi. Orhan’ın gözlerindeki acı, yerini buz gibi bir gerçekçiliğe bırakmıştı.
“Viktor Sokolov,” diye fısıldadı, ismi ağzına alırken bile etrafa korkuyla bakındı. “Ona… Viktor derler.”
Orhan’ın yüzünde en ufak bir şaşkınlık ifadesi belirmedi. Sadece kaşları, tehlikeli bir şekilde çatıldı. Gözlerinin derinliklerinde soğuk, ölümcül bir ışık yanıp söndü.
“Ayı Viktor mu?” diye sordu, sesi alçak, vurgulu ve buz gibiydi.
Anya’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. “Onu… sen tanır mısın?”
Orhan, acı ve içerleme dolu bir gülümsemeyle başını iki yana salladı. “Tanır mıyım?” diye hışırdadı. “Herkes tanır onu bu lanet şehirde. Sen niye bulaştın ona? Deli misin? Onunla işin neydi?” Soruları, art arda, hızlı ve acımasızca yağmur gibi yağdı. Viktor Sokolov ismi, odadaki tüm sıcaklığı ve hüznü anında silip süpürmüş, yerine elektrik yüklü, boğucu bir gerilim getirmişti.
Anya, yüzü kızarmış bir halde, başını öne eğerek mırıldandı: “Onun için… fahişelik yapmamı istedi. Kabul etmedim.” Sesi o kadar hafifti ki, neredeyse duyulmuyordu. İçinde bir utanç ve öfke karışımı vardı.
Orhan, onu sakinleştirici bir tavırla elini hafifçe kaldırarak susturdu. “Tamam, boş ver. Artık oldu bitti. Seni korurum, merak etme.”
Anya’nın ağzından, düşünmeden, istemsizce bir söz dökülüverdi: “Hangi sıfatla?”
Orhan, bu soruyu duymamazlıktan geldi. Ama içinden, kızın haklı olduğunu düşündü. Evet, hangi sıfatla? Ne idi onlar birbirine? Sevgi mi? Merhamet mi? Yoksa sadece geçici bir sorumluluk duygusu mu? Bu sorular kafasında dolanırken, Anya’ya döndü ve “Hazırlan da çıkalım. Bunu hak ettin, biraz eğlenmelisin. Ama Dimitri’nin yerinden başka bir yere gitmeyeceğiz,” dedi.
Anya’nın yüzü hafifçe güldü. “Tamam, hemen,” diyerek içeri koştu. Bir aydır evdeydi ve Orhan ona oldukça şık ve zarif kıyafetler almıştı. Gardırobundaki bu yeni giysiler, onun için küçük bir mutluluk kaynağı olmuştu.
Kısa bir süre sonra, kapıda belirdi. Üzerinde, vücut hatlarını zarifçe vurgulayan siyah bir elbise vardı. Saçları omuzlarına dökülüyor, mavi gözleri loş koridorda bile parlıyordu. Orhan, bir an için nefesini tuttu. Bu narinlik, bu güzellik… Bir giysi bir insana nasıl da böyle yakışabilirdi? Kendini toparlayıp, “Hadi çıkalım,” dedi, sesi her zamankinden biraz daha yumuşak.
Asansörle aşağı indiler. Anya, Orhan’ın arabasını ilk kez görüyordu. Sokak lambasının altında parıldayan o devasa, kadim güzellik karşısında gözleri faltaşı gibi açıldı.
“Bunun markası ne?” diye hayranlıkla sordu.
Orhan, omuz silkti. “Rolls-Royce. Eski bir şey. Pahalıdır.”
Anya, şaka yollu, “Yani ‘biraz’ mı?” diye gülümsedi.
Arabaya bindiler. Rolls-Royce, sanki zamanın elleriyle işlenmiş bir heykel gibi yollarda sessizce süzülmeye başladı. Motorunun çıkardığı ses, bir makine gürültüsünden çok, derin bir orkestranın nefesi gibiydi; duyulmazdı ama hissedilirdi. İçeri adım atan, sadece bir arabaya binmiyor, ipekten örülmüş bir hayalin odasına giriyordu. Krom aksanlar, gövdesi üzerinde sabah çiyi kadar zarif parıldıyor, farları geceyi yaran iki bilge göz gibi ileriye bakıyordu.
Bir süre sonra Dimitri’nin barına vardılar. Orhan, her zamanki gibi kimseye selam vermeden, doğrudan köşesindeki masasına yöneldi. Ama bu sefer, her zamankinden farklıydı. Yanında, barın loş ışıklarında daha da parlayan genç ve güzel bir kadın vardı. Tüm gözler, şaşkınlık ve merakla onlara çevrilmişti. Yılların eski bir garsonu, yanındakine eğilip fısıldadı: “İşte, ona da böyle bir kız yakışır.”
Orhan, Anya’yı masada bırakıp Dimitri’nin yanına, barın arkasına geçti. Dimitri’nin kulağına eğilip alçak sesle, “Viktor’un adamlarına bir haber uçur. Aradıkları kız burada,” dedi.
Dimitri’nin yüzü bembeyaz oldu. “Viktor mu? Bu kız…” diyecek oldu.
Orhan, sözünü keserek, “Sen dediğimi yap,” dedi, sesi çelik gibi sert ve emir vericiydi.
Dimitri, endişeyle başını salladı. “Ama hiç içim rahat değil.”
Orhan, ona garip bir gülümsemeyle baktı ve masasına döndü. Tam o sırada, barın eski pikaplarından canlı bir dans müziği yükseldi. Anya, coşkuyla, “Hadi, oynayalım!” diye heyecanla teklif etti.
Orhan, başını iki yana salladı. “Ben bilmem bunları. Sen oyna,” dedi.
Anya, biraz hayal kırıklığına uğramış olsa da müziğin enerjisine kapılıp dans etmeye başladı. Hareketleri doğal ve çekiciydi. Bardakiler, onun performansını hayranlıkla izliyordu. Ama Orhan’ın gözleri, etrafta geziniyor, tehlikeyi arıyordu. Bu, Anya’nın hoşuna gitmemişti. Dansı bitip masaya döndüğünde, “Hani eğlenecektik?” diye sitem etti.
Orhan, ona güven verici bir bakış attı. “Merak etme, eğleneceğiz.”
Tam o sırada, barın kapısı aniden açıldı ve içeri dört iri yarı adam girdi. Anya, onları tanıdı ve yüzünde ani bir korku ifadesi belirdi. Hemen Orhan’ın arkasına saklandı. Adamlardan biri, küfürler ederek ilerledi.
“Hadi, küçük orospu! Bizimle geliyorsun. Gelmezsen, bu sefer işin biter!”
Orhan, yavaşça yerinden kalktı. Yüzünde en ufak bir korku ya da panik yoktu. Sadece derin, soğuk bir sakinlik vardı.
Diğer adam alaycı bir tavırla, “Kendine bu salağı mı buldun?” diye güldü.
Orhan, adamlara doğru yavaşça yürüdü. “Size bir şans veriyorum. Gidin,” dedi, sesi tehditkâr bir alçaklıktaydı.
Adam, meydan okuyarak, “Gitmezsek?” diye karşılık verdi.
Orhan’ın gözlerinde tehlikeli bir ışık parladı. “Size de o patronunuz ‘Ayı’yı da doğduğuna pişman ederim.”
Adam, hamle yapmak üzereydi ki, Orhan ani bir hareketle saldırdı. Birkaç hızlı, ölümcül ve çok sert hamleyle dört adamı da yere serdi. Birinin kolu, diğerinin bacağı kırılmıştı. Diğer ikisi ise baygın yatıyordu. Orhan, yerde inleyen adamlara eğilip, “Söyleyin Ayı Viktor’a. Erkekse, kendisi gelsin,” dedi.
Adamlar, acı içinde kıvranarak birbirlerine yardım edip barı terk ettiler. Herkes, şaşkınlık ve korku içinde Orhan’a bakıyordu. Orhan, Dimitri’ye döndü ve hafifçe gülümseyerek, “Sırası gelmedi mi?” diye sordu.
Dimitri, şaşkınlıkla, “Neyin?” diye kekeledi.
“Müziğin,” dedi Orhan hem gülümseyen hem ciddi bir ifadeyle.
Tam o sırada, barın kapısı bir kez daha açıldı. Bu sefer iri yarı, yüzü kırış kırış, tehdit saçan bir adam içeri girdi: Viktor. Yanında bir düzine adam daha vardı.
“Kim bu, bana ‘Ayı’ diyen?” diye gürledi.
Orhan, yerinden bile kalkmadı. Sakin bir sesle, “Ayı’ya ayı derler, Viktor. Ne demeliyim?” diye karşılık verdi.
Viktor, sesin geldiği yöne döndü ve Orhan’ı gördü. Yüzündeki öfke ve kibir, anında yerini şaşkınlık ve derin bir saygıya bıraktı.
“Orhan Abi, sen misin?” diye mırıldandı. Hızla yanına ilerledi ve elini öpmek için eğildi.
Orhan, elini çekti. “Bir sorunumuz var mı, Viktor?” diye sordu.
Viktor, hemen, “Abi, seninle sorunu olan yaşamaz ki. Demek ki bir sorun yok,” diye yanıtladı. Sonra Anya’yı işaret ederek, “Adamlarım… bu kızı istiyorlardı.”
“Bu kız artık benim,” dedi Orhan, basitçe. “Var mı bir sorun?”
“Yok, abi! Bir kız için aramızda sorun olmaz. Olamaz!” diye cevap verdi Viktor hemen. Adamlarına döndü ve hırladı: “Orhan Abiniz ne derse o! Artık bu kızdan uzak duruyorsunuz. Anlaşıldı mı?”
Sonra tekrar Orhan’a döndü. “Var mı bir istediğin abi?”
Orhan, başıyla Anya’yı işaret etti. “Bu kızdan da bir özür dilesinler.”
Viktor, eliyle işaret etti. Tüm adamları, sırayla Anya’nın önünde eğilerek özür dilemeye başladı.
Orhan, “Hadi, yeter. Bir de bu kızın tazminatı var. Sen yarın onu halleder,” diye ekledi.
Viktor, başıyla onayladı. “Emrin olur, abi.” Sonra, adamlarıyla birlikte sessizce çekip gitti.
Arkalarında derin bir sessizlik bıraktılar. Anya, Dimitri ve bardakiler, donup kalmışlardı. Gözleri, hâlâ olanları anlamaya çalışan bir şaşkınlıkla Orhan’a dikiliydi. Kimdi bu adam?
Orhan, Anya’ya döndü. Yüzündeki o tehlikeli ifade gitmiş, yerine her zamanki sakin ifadesi gelmişti.
“Eğlendin mi?” diye sordu.
Anya, şaşkınlıkla başını salladı. “Evet… Evet, daha önce hiç böyle eğlenmemiştim.” Sonra, hâlâ inanamayarak ekledi: “O… O gerçekten Ayı Viktor muydu?”
Orhan, hafifçe gülümsedi. Cevap vermedi. Sadece, masasına doğru ilerledi.
Anya’nın zihni, o geceyi ve Orhan’ın çatışma anında söylediği o sözleri tekrar tekrar yaşıyordu. “Bu kız artık benim.”
Bu cümle, kulaklarında çınlıyor, yüreğinde karmaşık duygular uyandırıyordu. Ne demekti bu? Ona ait olduğunu mu söylüyordu? Bir eşya, bir mülk gibi mi? Yoksa… onu koruması altına aldığını, artık kimsenin ona zarar veremeyeceğini ilan eden bir beyan mıydı?
Odasında, pencereden dışarı bakarken bu soruyla boğuşuyordu. Orhan’ın yüz ifadesini hatırlamaya çalıştı. Söylerken gözlerinde bir sahiplenme mi, yoksa sadece soğuk bir sorumluluk hissi mi vardı? Belki de Viktor’a karşı bir güç gösterisi, onu küçük düşürmek için söylenmiş stratejik bir cümleydi.
Ama içinde bir umut, belki de daha fazlasının olabileceğine dair küçük bir kıvılcım, bu sözün ardında başka anlamlar da olabileceğini fısıldıyordu. Ona baktığı o anlık bakışları, onun için yaptığı her şey… Bunlar sadece merhametten mi ibaretti?
Kafası allak bullaktı. Orhan, duvarları yüksek bir kale gibiydi ve içine girmek neredeyse imkânsız görünüyordu. Bu söz, o kalenin surlarından atılan anlaşılmaz bir mesajdı ve Anya, onu deşifre etmek için deliler gibi çabalıyordu.
Belki de cevap, zamanla gelecekti. Ya da belki, hiçbir zaman tam olarak anlamayacaktı Orhan’ı. Ama o gece, o loş barda, tüm tehditlere ve korkuya rağmen, kendini ilk kez gerçekten güvende hissetmişti. Ve o an için, bu, belki de tek anlamıydı.
Gölge ile Işığın Aşkı
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.