41,9770$% 0,37
48,9158€% 0,59
55,7371£% 0,43
5.327,75%0,01
9.123,00%-0,85
36.380,00%-0,85
20 Ekim 2025 Pazartesi
Cengiz Aytmatov – Gün Olur Asra Bedel
Okumak İçin Tıklayınız
İçişleri Bakanlığı, trafik ve sokak güvenliğini güçlendirmek için vatandaşların doğrudan katkı sunabileceği yeni bir dijital adım attı. “Gereği Yapıldı” adı verilen mobil uygulama sayesinde artık sürücülerin drift yapması, çakarlı araçların kural ihlalleri, sokak kavgaları veya trafik magandaları gibi olaylar tek tuşla bildirilip yetkililere iletilebilecek.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, yeni sistemin temel hedefinin toplumsal denetimi artırmak olduğunu belirterek şunları söyledi:
“Devlet olarak güvenliği sağlamak için kolluk kuvvetlerimizle çalışıyoruz. Ancak vatandaşlarımızın desteğiyle hataların daha az yaşandığı, daha güvenli bir toplum oluşturmak istiyoruz. ‘Gereği Yapıldı’ uygulamasıyla artık olay anında çekilen görüntüler bize ulaşacak ve biz de anında gereken adımları atacağız.”
Bu açıklama, uygulamanın yalnızca bir ihbar kanalı olmanın ötesinde, vatandaşların da güvenlik zincirinin aktif bir parçası haline geleceğini gösteriyor.
Uygulama, “trafik ihlalleri” ve “asayiş olayları” olmak üzere iki ana kategoriye ayrılıyor. Vatandaşlar bir kural ihlali gördüğünde, yalnızca birkaç adımda fotoğraf veya video kaydederek ihbar oluşturabilecek. Uygulama, konum bilgisini otomatik olarak alacak ve ilgili birim olayı anında değerlendirmeye başlayacak.
Bakan Yerlikaya, sosyal medyada sıkça kullanılan “gereği yapıldı” ifadesinin artık resmi bir karşılık bulduğunu belirterek, “Artık vatandaşlar, yaptıkları ihbarların hangi aşamada olduğunu uygulama üzerinden takip edebilecek” dedi.
Sistem ilk olarak İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi büyükşehirlerde devreye alınacak. Test sürecinden olumlu sonuç alınması halinde uygulama, yıl sonuna kadar tüm Türkiye’de kullanıma sunulacak.
“Gereği Yapıldı” projesi, Ulaştırma Bakanlığı’nın 2050 yılına kadar ‘sıfır can kaybı’ hedefiyle de uyumlu şekilde tasarlandı. Yetkililer, uygulamanın toplumda farkındalığı artıracağını ve trafik güvenliğinde kalıcı bir iyileşme sağlayacağını vurguluyor.
Sonuç olarak, “Gereği Yapıldı” yalnızca bir ihbar uygulaması değil, vatandaşların güvenli bir yaşam için aktif rol oynayabileceği yeni nesil bir güvenlik platformu olacak. Artık bir ihlale tanık olduğunuzda sosyal medyaya yazmakla yetinmek zorunda değilsiniz; tek bir tuşla doğrudan devreye girebilirsiniz.
Dostlar, ruhumda bir mengene var. Adını koyamadığım, lügatlerde karşılığını bulamadığım bir sıkıntı bu. Sanki dünyanın bütün ağırlığı omuzlarıma değil, doğrudan kalbimin üzerine çöküyor. Bakıyorum etrafıma; bunca ölüm, bunca zulüm… İnsan denen varlığın içindeki bu dipsiz karanlığa akıl sır erdiremiyorum.
Alevlerin ortasında can veren dilsiz dostların çığlığı karışıyor geceye. Bir “hayır” kelimesinin bedelini canıyla ödeyen kadınların solan bakışları kazınıyor hafızama. Ve henüz oyunları bitmemiş çocukların sebepsizce alınan nefesleri, bir hançer gibi saplanıyor vicdanıma.
Sıkılıyor canım, evet. Çünkü biliyorum; o canavara dönüşmek ne kadar kolay. İçimdeki o karanlık dehlize bir adım atmak, bir kalbi sökmek, bir cana kıymak, bir ormanı ateşe vermek… Biliyorum, hepsi bir anlık bir cinnetin ardında gizli.
Beni o eşikten döndüren nedir peki? Adına “Allah korkusu” demeyin. İnsan, görmediği, sesini duymadığı, cezasını anında kesmeyen bir güçten ne kadar korkabilir? Hayır, o değil.
Beni insan kılan, o içimdeki sessiz yargıç: Vicdan.
Ona, anlamını bilmediği Arapça duaları ezberletmekle başlamayın işe. O dualar, ruhuna dokunmadıktan sonra dilde birer yabancı kelime yığınıdır. Siz ona önce insan olmanın evrensel dilini öğretin. Vicdan sahibi olmayı öğretin.
Eğer siz, küçücük bir çocuğun mahremiyetini “Aç oğlum amcalar görsün” diye kahkahalarla pazarlık konusu yaparsanız, o çocuk, büyüdüğünde utancın gülünecek bir şey olduğunu zanneder.
Ona, bir annenin avuçlarına sinmiş fedakarlığın kokusunu anlatın. Bir kız kardeşin kahkahasındaki hürriyetin, bir ablanın duruşundaki asaletin ne demek olduğunu gösterin. Eğer siz, yanı başındaki kız kardeşini, ablasını bir erkek çocuğun önünde küçük düşürür, sözünü keser, onu değersizleştirirseniz, o çocuk yarın bir başka kadına nasıl değer verebilir?
Çünkü yanı başındaki çiçeği ezerek büyüyen bir çocuk, gün gelir, bütün bir ormanı ateşe vermekten çekinmez.
Dostlar, ruhumda bir mengene var. Adını koyamadığım, lügatlerde karşılığını bulamadığım bir sıkıntı bu. Sanki dünyanın bütün ağırlığı omuzlarıma değil, doğrudan kalbimin üzerine çöküyor. Bakıyorum etrafıma; bunca ölüm, bunca zulüm… İnsan denen varlığın içindeki bu dipsiz karanlığa akıl sır erdiremiyorum.
Alevlerin ortasında can veren dilsiz dostların çığlığı karışıyor geceye. Bir “hayır” kelimesinin bedelini canıyla ödeyen kadınların solan bakışları kazınıyor hafızama. Ve henüz oyunları bitmemiş çocukların sebepsizce alınan nefesleri, bir hançer gibi saplanıyor vicdanıma.
Sıkılıyor canım, evet. Çünkü biliyorum; o canavara dönüşmek ne kadar kolay. İçimdeki o karanlık dehlize bir adım atmak, bir kalbi sökmek, bir cana kıymak, bir ormanı ateşe vermek… Biliyorum, hepsi bir anlık bir cinnetin ardında gizli.
Beni o eşikten döndüren nedir peki? Adına “Allah korkusu” demeyin. İnsan, görmediği, sesini duymadığı, cezasını anında kesmeyen bir güçten ne kadar korkabilir? Hayır, o değil.
Beni insan kılan, o içimdeki sessiz yargıç: Vicdan.
Ona, anlamını bilmediği Arapça duaları ezberletmekle başlamayın işe. O dualar, ruhuna dokunmadıktan sonra dilde birer yabancı kelime yığınıdır. Siz ona önce insan olmanın evrensel dilini öğretin. Vicdan sahibi olmayı öğretin.
Eğer siz, küçücük bir çocuğun mahremiyetini “Aç oğlum amcalar görsün” diye kahkahalarla pazarlık konusu yaparsanız, o çocuk, büyüdüğünde utancın gülünecek bir şey olduğunu zanneder.
Ona, bir annenin avuçlarına sinmiş fedakarlığın kokusunu anlatın. Bir kız kardeşin kahkahasındaki hürriyetin, bir ablanın duruşundaki asaletin ne demek olduğunu gösterin. Eğer siz, yanı başındaki kız kardeşini, ablasını bir erkek çocuğun önünde küçük düşürür, sözünü keser, onu değersizleştirirseniz, o çocuk yarın bir başka kadına nasıl değer verebilir?
Çünkü yanı başındaki çiçeği ezerek büyüyen bir çocuk, gün gelir, bütün bir ormanı ateşe vermekten çekinmez.
Ben, deniz kokan bir memlekette dünyaya geldim. Doğduğum hastanenin penceresinden deniz görünmezdi belki ama tuzla, yosunla, rüzgârla yoğrulmuş o keskin koku, durmaksızın dolarmış koridorlara. Annem der ki, ilk nefesim denizin kokusu olmuş; ciğerlerime umut gibi, özgürlük gibi dolmuş. Hastanenin yanı başında bir mezarlık uzanırdı; tuhaf bir tezat değil mi? Belki de orada yatanların çoğu, bir zamanlar aynı kokuyu ilk kez soluyanlardı. Zaten binanın alnında koca harflerle yazardı: 1862… O eski taşlar bile tuzun ve rüzgârın hikâyesini bilir gibiydi.
Ben deniz kokusuyla büyüdüm. Çocukken evden kaçar, Çengelköy sahilinde denize girerdik. Eve dönünce kollarımıza bakar, tuz izlerini görürlerdi. “Denize mi girdiniz?” diye sorarlar, azar işitirdik. Ne kadar ovsak da çıkmazdı o tuzun izi; sanki deniz “Benim çocuğumsun” diye damga vururdu tenimize.
En çok da bir ses sanatçısının yalısının yanındaki kıyıya dalardık. Bazen çıkar, “Çocuklar burası çok tehlikeli, burada yüzmeyin!” diye uyarırdı bizi. Sonra alıştı varlığımıza; arada hizmetçisiyle meyve suyu gönderirdi. O an deniz daha bir güzel olurdu sanki.
Ama konu bu değil. Asıl mesele, deniz kokusu… Bilen bilir o kokuyu: rüzgârın kanatlarına tutunup karanın içlerine kadar sızan vahşi bir özgürlük. İçine çektiğinde yalnızca hava dolmaz ciğerlerine; ufkun vaadi, enginlerin çağrısı da girer içeri. Gökyüzüyle birleşen suların tuzu, serinliği ve sonsuzluğu vardır içinde. O koku, balıkçı teknelerinin burnunu yaran köpüklerin, martı kanadında biriken tuz kristallerinin ve asırlardır aynı ritimle kıyıya vuran dalgaların öyküsünü taşır. İnsana “Al başını git!” diyen bir çağrıdır; zincirlerini kırdıran, ruhunu serbest bırakan bir büyü.
Derler ya Üsküdar için: “Duram duram tarih kokar.”
Bilmezler ki o kokan aslında denizdir — tuzla, yosunla, hürriyetle dolu bir deniz…
Şimdi ise denizi olmayan bir yerdeyim. Martı seslerini, balıkçıların nasırlı ellerini, tuz kokan rüzgârı özlüyorum. Burada ne deniz var, ne martı, ne de ağ çeken balıkçılar… Ama olsun.
Sen varsın ya, Atam.
Sen yetiyorsun, unutturuyorsun her şeyi. Deniz kokusunu hatırladıkça Anıtkabir’e gidiyorum; senin gözlerindeki mavilik siliyor içimdeki özlemi. Senin o engin, umuda bakan gözlerin… Denizden de mavi, özgürlükten de derin. Onlara bakınca, denizin çağrısı bile susuyor.
Ruhunun en gizli bahçesinde özenle kurduğu,
O lalezar ki her rengi bir anıyla vurgulu.
Ne yabancı bir el dokunur ne de bir yol sorgulu,
Sadece hatıraların ılık rüzgârıyla usulca dolduğu.
O rüzgâr ki taşır geçmişten tanıdık bir koku,
Yarım kalmış bir cümlenin, bir vedanın son dokusu.
Yapraklarında gezinir kaybolmuş bir çocuk coşkusu,
Her esintide canlanır o eski, tatlı duygu dokusu.
Bahçıvanı kendidir bu eşsiz, hülyalı yerin,
Gözyaşıyla suladığı lalelerin en derin.
Bir tebessümle hatırlar gölgesini bir sevginin,
Tek şahididir bu en mahrem, bu en içli zaferin.
Zaman dışarıda aksın, mevsimler ömrü yorsun,
Bu gizli bahçede hiçbir yaprak sararıp solmasın.
Yüreği yorgun düştükçe varsın oraya sığınsın,
O lalezar ki ebedi yurdu, en vefalı sırdaşı olsun.
Oğuzhan ÖCAL 2025