Site icon oguzhanocal.com.tr

Savrulan Yaprak

Savrulan Yaprak

Sonbahar, şehrin üzerine solgun bir hüzün örtüsü gibi çökmüştü. Gökyüzü, kurşuni ve ağır bulutlarla kaplıydı; güneş ise artık cömert bir dost değil, cimri ve uzak bir yabancı gibi, süzülen ışıklarını ara sıra ve isteksizce gönderiyordu. Bu kasvetli akşamüstünde, yaşlı bir çınar ağacının en ücra dalında, küçük, sararmış bir yaprak titremekteydi. Bir zamanlar canlı, diri ve yemyeşil olan bedeni, şimdi kurumuş, kırışmış ve damarları, hayatın sonuna yaklaşmış yaşlı birinin ellerini andırır şekilde belirgindi. Ağacın gövdesi, onun için bir anne kucağı, bir sığınak, var oluşunun tek dayanağı olmuştu. Şimdiyse dal, onun bu son ağırlığını daha fazla taşıyamıyor, her rüzgâr esintisinde onu biraz daha salıveriyor, vedalaşırcasına sallıyordu. Yaprak, bu son temasın hüznünü, dallara veda eden her hışırtısında hissediyordu. Rüzgâr usulca ıslık çalmaya başladığında, yaprak bir cevap verircesine hafifçe sallandı; bu, kaderine boyun eğmiş, melankolik bir dansın ilk hareketiydi.

Ve sonra aniden… Derin bir uğultu yükseldi. Rüzgâr, yumuşak esintiden öfkeli bir girdaba dönüştü. Bir çığlık sesi gibi keskin ve ani bir hamleyle, yaprak, hayatı boyunca tutunduğu daldan koptu. O son bağ, o en güçlü bağ, bir anda sessizce ve acımasızca koptu. Saniyenin çok küçük bir dilimi içinde, sonsuzluk kadar uzun süren bir anda, her şey altüst oldu. Artık özgürdü, evet, ama bu özgürlük, savunmasızlığın, mutlak yalnızlığın ve derin bir çaresizliğin diğer adıydı.

Rüzgârın kaprisli kollarında amansız bir yolculuk başladı. Onu önce göğe, gri bulutlara doğru fırlattı, sonra yere, sert gerçekliğe doğru hızla itti. Bir kuşmuşçasına havalanıyor, coşkulu bir yükseliş yaşıyor, ardından taş misali aşağılara, acımasız bir hızla düşüyordu. Her yere çarpışı, her düşüşü, onu bir sona biraz daha yaklaştırıyordu. Aşağıda, sokaklarda, hayat sanki onun trajedisinden habersiz, acımasız bir neşeyle akıp gidiyordu. Koşturan çocukların kahkahaları, işine giden insanların aceleci adımları, araba kornalarının oluşturduğu yabancı bir senfoni… Hepsi oradaydı. Oysa o yaprak, bahar geldiğinde ağacın en parlak, en canlı süsüydü. Taptaze yeşiliyle yaşamın ta kendisi, yaz sıcağında ise bir kaçış, bir serinlik, bir gölge cennetiydi. İnsanlar onun altında soluklanır, kuşlar onun dallarında şarkı söylerdi. Şimdi ise kimsenin fark etmediği, değersiz, kuru, önemsiz bir nesne, bir çöp parçasından farksızdı. Bu düşünce, onun küçük, kırılgan yapısında, görünmez ama derin bir yara gibi kanıyordu. İhtişamın ve önemsizliğin, hatırlanmanın ve unutulmanın arasındaki uçurumda sallanıyordu.

Rüzgârın acımasız oyunu onu dar sokak aralarına, kimsenin uğramadığı kuytu köşelere sürükledi. Paslı bir çöp tenekesinin yanına savruldu, oradan bir su oluğuna, sonra tekrar havalanıp asfaltın soğuk yüzeyine indi. Etrafındaki her şey; yüksek binalar, kapalı pencereler, koşuşturan insanlar, hepsi ona yabancı ve soğuk geliyordu. Keşke yanında, aynı kaderi paylaşan diğer yapraklar olsaydı. Belki o zaman bu savruluş bir yalnızlık değil, toplu bir göç, bir son yolculuk olurdu. Ama bu kalabalık ve vahşi şehirde o, tamamen tek başınaydı. Her yere savruluşunda, bir insanın ayağının altında ezilme, bir arabanın tekerleği altında un ufak olma korkusuyla titriyordu. Fakat tüm bu korkuların ötesinde, onu kemiren, içini oyan şey, tarifsiz bir yalnızlık duygusuydu. Dalından kopmak, bedenini geçici bir süreliğine özgür bırakmıştı belki, ama ruhunu sonsuz bir sahipsizliğe, anlamsız bir sürüklenişe mahkûm etmişti. Artık ait olduğu, sığınabileceği, hatırlandığı hiçbir yer kalmamıştı.

Gün, yerini soğuk ve nemli bir geceye bırakırken, rüzgâr da yorgun argın dinlenmeye çekildi. Son bir savruluşla, bir kaldırım taşının dibine, iki sert beton arasındaki incecik toprak çizgiğine düştü. Artık onu kaldıracak, oynatacak, bir yerden bir yere taşıyacak ne bir güç ne de bir istek vardı. Sıkışıp kalmıştı. Üstünden geçen ayaklar onu ezip geçmedi, yağmur suları onu bir kenara sürükledi, ama hiçbiri onunla kalıcı bir temas kurmadı. Hepsi dokunup geçti. Hepsi temas edip unuttu. Bu son anlarında, en derindeki acısını felsefi bir sükunetle düşünmeye başladı. Belki de bu yalnızlık, bu çaresizlik ve bu savruluş, yalnızca onun değil, her canlının paylaştığı nihai kaderin bir parçasıydı. Hepsi bir yerlerde doğar, bir süre tutunmaya çalışır ve nihayetinde, ister istemez, büyük bir kopuş yaşar ve hayatın rüzgârında savrulurdu. Sonra düşer, unutulur ve nihayetinde toprağa, asıl olana karışırdı. Son bir gayretle başını –yaprak sapını– hafifçe kaldırıp yukarı, gökyüzüne baktı. Bulutlar dağılmış, yerini sonsuz bir karanlık ve o karanlığı delip geçen sayısız, parıldayan yıldıza bırakmıştı. O yıldızlar, belki de milyonlarca yıldır oradaydı ve milyonlarca yıl daha orada kalacaktı. Onun kısa, savrulan hayatına tanıklık ediyorlardı. İçinde son bir hüzünle karışık minnettarlık duygusu filizlendi. Hafifçez, sadece ruhunun duyabileceği bir fısıltıyla, “Hiç değilse,” diye mırıldandı, “bu sonsuzluğun, bu büyük ve sessiz tanıklığın bir parçası oldum.” Ve gece, bu küçük, kırılgan, yorgun ruhu, merhametli kollarıyla usulca karanlığın derin, koyu sathına aldı, örttü ve bağrına bastı. Artık savrulan bir yaprak değil, sadece sessizliğin bir parçasıydı.

Exit mobile version